Perşembe, 03 Ekim 2019 08:27

Adalı'dan: Eylülün Başı, Eylülün Sonu!

Ögeyi değerlendirin
(1 Oylayın)

Adalar’ın en güzel ayı Eylül.

Her şeyden önce ortalık kısmen sakinliyor.

Sıcaklıklardan zaten oldum olası derdimiz yok. Güney kavrulurken, İstanbul Adaları, yazın en sıcak ve bunaltıcı birkaç günü hariç, insana klima ihtiyacını aratmıyor.

14 Eylül’de başlayan 16. İstanbul Bienali’nde Büyükada, yine gözde mekanlarıyla sanatçıları buluşturdu. Birkaç yıl önce boşaltılan kaymakamlık binası Hacopulo Köşkü, restorasyon çalışmaları hala süren ve 14. Bienalde de kullanılan Mizzi Köşkü, Adalar Müzesi’nin mekânı olacakken projeden kaçırılan ve neredeyse yıkıma terkedilen Eski Mektep (Sofronios Köşkü), Anadolu Kulübü’nün orijinal haliyle kalmış en eski yapısı Sarı Köşk (Lebbe Köşkü) yerli-yabancı kültür insanlarının, ziyaretçilerin ilgi odağı oldu. Sanıyorum ki binalar, sunulan işlerden daha çok ilgi gördü. Paylaşılan fotoğraflar da bunu gösteriyor.

Bu yıl, Mahmut Nüvit kardeşimizin girişimiyle yaz boyu buluşan Adalar Sanatçı İnisiyatifinin parçası olan 15 sanatçı, işlerini Büyükada, Heybeli ve Burgaz’da evlere, kahvelere yerleştirdiler. Güzel bir tur rotası oluştu.

Büyükada’nın tarihi iskelesi, 10 yıl aradan sonra yeniden bir sergiye ev sahipliği yapıyor. İstanbul’un ilk fotoğraf stüdyolarından Sebah&Joailier imzasını taşıyan Adalar’ın 1885-1920 dönemine ait 25 fotoğraf güzel bir sergiye dönüştü ve tarihi iskelenin açık yolcu bekleme bölümüne çok yakıştı. Binlerce ziyaretçi Adalar’ın yüzotuz yıl öncesiyle bugünü karşılaştırma olanağı buluyor.

Ne mutlu ki, özellikle son 30-40 yılda yapılanlara rağmen çok da değişmemiş fotoğraf veren tek örnek hala Adalar. Bunun kıymetini bilmek önemli diye düşünüyorum.

Eylül böyle güzel bitecek derken, İstanbul ve Adalar 26 Eylül öğle saatlerinde merkezi Silivri açıklarındaki Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde olan 5,8 büyüklüğündeki depremle sarsıldı. Beklenen büyük deprem için uyarı olarak kabul edilen deprem çok korkuttu. Belli semtlerde insanları sokağa döktü.

7.4 büyüklüğünde gerçekleşen ve binlerce insanımızın yaşamını yitirdiği Gölcük depreminin üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen İstanbul’un depreme hazır olmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Önce o pek övünülen iletişim sistemi çöktü. İnsanlar ellerindeki harika teknolojik aletlere rağmen birbirlerinden haber alamadılar. Depremde toplanma alanı olarak belirlenen yerlerin nasıl gözlerimizin içine baka baka imara açıldığı bugünlerin en çok tartışılan konusu.

Kuşkusuz Adalar fay hattına yakınlığı nedeniyle tartışmaların da odağında. Beklenen depremin Adalar fayında ve 7’nin üstünde büyüklükte olacağına ilişkin yazılar, bilimsel araştırmalar yeniden ve yaygın olarak okunuyor, paylaşılıyor. İstanbul’un güneyinde Marmara çukurlukları içinde her biri 7 büyüklükte deprem üretebilecek dört ayrı fay parçasının olduğu, her birinde stresin son noktalara ulaştığı yazılıp çiziliyor. Sevgili dostumuz Haluk Eyidoğan Adalı’nın Ağustos sayısında, Marmara fay hatlarında yapılan son bilimsel araştırmalar ışığında son derece aydınlatıcı bir yazı kaleme almıştı. Okunması için yeniden buraya bırakıyorum. Nereden bakılırsa bakılsın korkutucu.

Peki ne yapacağız?

Haluk Bey yazısında, Adalar’ın etkileyen üç afetten söz ediyordu. Deprem, yangın ve imar-çevre-trafik karmaşası. Diğer ikisini uzmanlarının değerlendirmesine bırakıp, kendi uzmanlık alanı deprem üzerine yazmış ve sonunda da Adalar için acil olarak yapılması gerekenlere dikkat çekmişti: “Adalar İlçesi gibi çok değerli bir koruma‐kollama alanında deprem güvenli yaşamın sağlanmasında tarih ve kültür mirası dahil mevcut yapılar için güçlendirme ve geleceğe miras bırakmaya yönelik projeler başlatılamamıştır. Buna ek diğer bir sorun da Adalar İlçemizin iptal edilmiş 1/5000’lik Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı ile 1/1.000’lik Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı’nın onaylanıp uygulamaya konulamamasıdır. Adalarımızın her türlü̈ yapı dahil tarih ve kültür mirasının depremden korunması ve maddi ve manevi kayıplarının azaltılması amaçlı güçlendirme ve iyileştirme uygulamalarının başlatılması ve gerekli kaynakların yaratılması gerekir. Bu konuda Adalar Belediyesi, Adalar Kaymakamlığı, ilgili Koruma Kurulu, Adalar Kent Konseyi ve STK’lar arasında işbirliği yapılmalıdır. Depremin ne zaman geleceği bilinmez!”

Adalar, 1999 depreminin yarattığı şok sonrası boşalmıştı. Hala, o çok sevdikleri adalarına deprem korkusu nedeniyle gelemeyen aileler hatırlıyorum. Yeniden aynı korku depreşir, günübirlikçi baskısı nedeniyle zaten huzuru kaçmış sayfiyeciler adadan iyice soğur mu diye düşünmeden edemiyor insan. Çünkü Adalar için asıl deprem o güzelim sayfiye evlerinin boşalması ve meydanın günübirlikçilere ve turizme kalması olacak.

Hiç kuşkusuz günübirlikçi ağırlıklı tahripkâr turizm baskısının yarattığı sorun sadece bizim Adalarımıza özgü değil. Sevgili Nilgün Pala, “sanki bizim Adalar’ı yazmış” diyerek, Haluk Şahin’in Bozcaada için yazdığı bir yazıyı paylaşmış. “Böyle bir ada olur mu?” başlıklı yazının hemen altında yer alan spot çarpıcı: “Bu kadar kendi kimliğinden uzak düşmüş, sokaklarında yürümek bu kadar zor, en güzel denizinden gelen kokular bu kadar kötü, farklı müziklerin kakofonisi bu kadar rahatsız edici vb. vb. bir ada olabilir mi?... Baktım ve gördüm ki, “dünyada eşi menendi olmadığına’ inandığımız Bozcaada’mızın tutulduğu hastalık özgün değil, salgın. ‘Ada götüren’ hastalığı diyebiliriz. İşin kötüsü bu hastalık sadece adaların yalnızca fiziksel yapısına zarar vermiyor, insanların ruhlarını ve kimliklerini de bozabiliyor. Onları tamahkar, gergin, kıskanç ve mutsuz insanlara dönüştürebiliyor...”

Ya işte böyle. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi?

Aynı günlerde 2,5 yıl sudan gerekçelerle tutulduğu mahpusluktan firar edip Yunanistan’ın Samos Adası’na kendisini zor atmış Sevan Nişanyan ile yapılan bir söyleşi düştü önüme. Sorulardan birinde “toplum tanımı” tartışmalarından yola çıkarak “Örneğin Agamben, bir toplumun önünün açık olması, az yasa ve çok yasa olmasına bağlıdır, diyor; gönüllülük az yasayı içerir, yani birbirlerine razı olarak yaşarlar, diyor; ama çok yasa olunca zorla o toplumu bir arada tutmaya yönelik bir mekanizma kurulur, esas gerilim de buradan çıkar, diyor” gibi bir önermede bulunulmuş. Sevan Nişanyan ise şu yanıtı vermiş: “Güzel bir ayrım. Özellikle Samos Adası”nda, Yunanistan’ın ada toplumuyla kıyasladığım zaman Türkiye’yi, bu ayrımı çok net görüyoruz. Bu adada devlet, Türkiye’ye nazaran o kadar amatör, o kadar zayıf bir örgüt ki, yasaklar ve yasalar o kadar esnek ki. Buna karşılık toplumda güçlü bir konsensus eğilimi var. İnsanlar birbirlerini tanıyorlar ve seviyorlar. En azından birbirlerine karşı açıktan saygısızlık etmemeyi önemli sayıyorlar. Bunun sonucu olarak problemler çok kolaylıkla, gönüllülük ve karşılıklı saygı esası üzerinden kolaylıkla çözülebiliyor. Devleti ve polisi ve yasayı hissetmeden, iki yıl boyunca kimseye kimlik göstermek gibi aşağılayıcı bir davranışı yaşamadan, pekala geçinebiliyor. Kurallara uymak açısından çok daha başarılı bir toplum burası. İnşaat kuralları, trafik, saygı, iş hayatı kuralları açısından çok rahat bir toplum. Çünkü insanlar doğal olarak kurallara uyuyor, uymayan birisi olduğu zaman da güleryüzle o insanı uyarıyorlar. O insan da bir süre sonra uymaya başlıyor. Çözümler bulunabiliyor. Türkiye, bu açıdan tarihinin çok zor bir dönemini geçiriyor. Hızlı şehirleşmenin, hızlı anonimleşmenin getirdiği ve geçmişteki otoriter-totaliter eğilimler tarafından da beslenen bir zorbalık rejimi, kanun ve yönetmeliklerin zorla benimsetilmesi, sopa gösterilmesi hadisesi var. Türkiye’de her anınız devletin ve toplumdaki kişilerin gösterdiği sopalara karşı tavır almakla geçiyor. Durmadan sopa görüyorsunuz. Bunu bildiğiniz için de siz sopa göstermek zorunda hissediyorsunuz.”

Bir yanda bizim adalarımız, öte yandan hemen kapı komşumuz olan Yunan Adaları.

Bu adaların insanları aynı suyu, ayna havayı ve belki de aynı genetik özellikleri taşıyorlar ama hayat bu kadar farklı akıyor

Bizim adalarımız “sıkı kurallarla” korunuyor!!! Her türlü yasamız, yönetmeliğimiz, koruma kurullarımız, var. Maşallah, polisimiz, mahkemelerimiz de kadro açısından büyüdükçe büyüyor. Bu yaz adaya adım attığımız 25 yıldır ilk kez polis çevirmesiyle de karşılaştık. Kimliklerimiz soruldu. Sayısı katlanan polis araçları adanın her yerinde cirit atıyor. Peki mutlu muyuz? Güvende miyiz? Sorunlarımız azaldı mı? Yolda birbirimize eskisi gibi selam verip alabiliyor muyuz? Birbirini ihbar eden, davalık olan komşular sayısında patlama var diye duyuyoruz. Bu nedenle adayı terkeden insanlardan söz ediliyor. Doğru mu?

Adada doğal tarım yapacağım diyerek satın aldıkları araziyi 2 yıl işgalden kurtarmak için uğraştıktan sonra aralarında meyvelerin de bulunduğu yüzlerce ağaçla yeşillendiren, körleşmiş kuyuları açarak tarıma hazırlayan, üç yıldır yaz-kış sebze yetiştirip keyifle konu komşusuyla paylaşarak tüketen sevgili Adalı dostlarımız bu yaz başında polis baskınıyla da karşılaştılar mesela. Arazilerinde yıllardır bulunan yıkık bir kulübeyi, çalışanları kullanabilsin diye onardıkları ve terasını da biraz genişlettikleri için haklarında yapılmadık takibat kalmadı. Yapılan “operasyon” ile tetikçi bir “ada” gazetesine manşet yapıldılar. 40 yıl önce kapanmış siyasi davaları faş edildi, Ne denli azılı “teröristler” oldukları serildi gözler önüne.

Bizde “koruma” dediğin böyle oluyor. Sürekli değişen yasa ve yönetmeliklerle. Artan şikayet, ihbarcı, polis, savcı, hakim, mahkeme salonu ve hapishane sayılarıyla.

Korunuyor muyuz? Kurallara uyuyor muyuz?

Birlikte mutlu mesut, barış ve huzur içinde yaşıyor muyuz?

Beklenen Adalar Depremi’nden daha büyük bir depremi, kendi yarattığımız yapay sarsıntılarla zaten yıllardır yaşıyoruz da yoksa, farkında mı değiliz?

 

Son değişiklik Cuma, 04 Ekim 2019 15:52
Yorum yapmak için oturum açın