Ölüme olan korkumuzdan her şeyi mevsimlere bağlıyoruz, yaprak dökümü diyoruz. Mevsim Sonbahar diyoruz. Doğa kanunu değişmiyor. Ağaçlar baharda yenileniyor oysa bizler yitirdiklerimiz ile yüreğimize akıtıyoruz gözyaşlarımızı. Hayat devam ediyor derler, bilmezler içimizdeki mevsimlerin karmakarışık olduğunu, bir yanımızın eksik olduğunu, dünya güzelliklerinden yaşanan tatlı anların burnumuzu sızlattığını bilmezler.
İnsanlar yaş aldıkça gelen ölüm haberlerine daha duyarlı oluyor. Bizi terk edenin bilindiği kadarı ile hayat hikâyesi gözlerimizin önünden film şeridi gibi geçip gidiyor. Ölümler birbirini kovalıyor ve insan beyni karakterine göre tepkisini gösteriyor.
Kimi insan “Yaşayayım bari” deyip kendisini kaybediyor. Yaşamak onlara göre ne ise. Bir diğeri de asaletine sığınabiliyor. Sahte davranışlar, dürüst davranışlar, hayata inat, şuursuzluklara inat, tüm tatminsizlikler ortaya dökülüyor veya her şey olabildiğince toparlanıp yaşanıyor
Doğal olarak ölüm korkusu insanlarda depreşiyor. Otlara, fallara, umutlara kapılanlar huzursuz, hayallere kapılanlarda beklentiler sonsuz. Zor geçecek olan bu süreçte, insanlara olanı beğendirmek kolay mı? Beğenmeye beğenmeye, uyum da sağlama yok ise, insan kendi yarattığı dünyasına takılı kalabiliyor. Azrailin parmak oynattığı bu takıntı durumu ya beyin ölümünü hazırlıyor veya duygularda sarsıntı yaratıyor. Ne yazık ki bu takıntı hastalığı hepimizi etkiliyor da, önemli olan kişinin yapısını etkilememesi, huzursuzluğun dışa vurmaması. Orson Wells’i anmamak mümkün mü? “ Genç olmanın ne olduğunu biliyorum fakat sen yaşlılık nedir bilmiyorsun”.
Ölümü tadan var mı? Bilmediğimiz şeyden neden korkalım? Vicdanı rahat olan insan bir tek etrafını üzmekten, zahmet vermekten ve özlemden korkmalı. Ya bir başka boyutta da bizleri özlüyorlarsa?
Yaş aldıkça kendimizle hesaplaşıyoruz. Çocukluğumuz, ebeveyn ilişkileri, aşklarımız, sevgimiz, yorgunluklarımız, fedakârlıklarımız, huzursuzluklar, ağlamalar, dostlar, kuruyan yaşlar, mutluluklar, acılar, küskünlükler, ya çabalarımız? Ya merhametimiz?
Ne nerede başladı, nasıl gelişti, kim haklı, kim haksız. Ya engellenen yollarımız, ya yollara konulan taşlar, yönetilmeler. Unutamadığımız bir gülüş, bir bakış, kem bir göz, fesat bir yürek, etrafımızda dolanan dünyaya fuzuli işgal olarak gelen garip insanlar. Hele kendisini dost sananlar niçin bizimle karşılaştılar? Neden hayatımıza girdiler?
Manevi değerlerin git gide yok olmaya yüz tuttuğu bir dünyada, medeniyeti, tek dişi kalmış canavar haline getirmemeye çalışan mükemmel yaratılmış canlılara insan diyoruz.
Şu kısacık ömürde dost sandıklarımız oldu. Menfaatlerini, güvenimizle besleyenlerle karşılaştık. İyi ve kötü günlerimizde yanımızda olanlara yüreğimizi verdik. Sevgimizi, yarınımızı ham kalmış insanlarla da paylaşmadık mı? Hayat hep güldürdü mü? Hiç mi yara almadık?
Sokakta düşen çocuğa kimin el uzatacağı bilinmez, hastaneye düşen insana kimin derman olacağı bilinmez. Allahın özenerek de yarattığı, biz mükemmel canlılar, eğer insansak, konuşa konuşa anlaşabilmeliyiz. Eğer koklaşa koklaşa bile anlaşamıyor, birbirimizi dinleyemiyor, çözüm üretemiyorsak, o zaman sana, bana, bizlere, topluma da yazıklar olsun, geçmiş ola.