Büyükada, bir romanda mekan olarak nasıl kullanılır, hiç düşündünüz mü?
2017 yazının bir bayram gününde, hepsi iki güne yayılmış bir doğum günü partisinin çevresinde örülen bir roman kurgusu içinde Büyükada...
Ünlü ressam Şirin Saka’nın yüz birinci yaş gününü kutlamak üzere dört kuşaktan aile bireyleri Büyükada’daki konakta bir araya gelirler.
Şirin Saka, kendi yaşındaki ev hizmetlisi Sadık ile birlikte Maden Mahallesi’nde Kumsal’a yakın bir konakta yaşamaktadır. Partiye aile dostu bir gazeteci de davet edilmiştir. Ve bu iki gün, roman kahramanlarının kendi yaşam öykülerinin hemen tamamını kapsayan gidiş gelişlere, aile üzerine çöken kabuslara, sorgulamalara, bilinmeyene, sır olarak saklanana, unutulan ve unutturulanlara kapı açar.
Ve sonunda Şirin Saka, evinin duvarına, boydan boya kocaman bir tablo yapar ve kabus olarak aile üzerine çökmüş sırlar yavaş yavaş çözülür.
Öyle bir kabus ki, Türkiye toplumunun 100 yıldır yüzleşemediği, yüzleşmekten kaçındığı olaylarla beslenmiştir.
Roman, Defne Suman imzasını taşıyor. Başlığı “Kahvaltı Sofrası”. Doğan Kitap’tan, 2018 Ekiminde yayımlandı.
Defne Suman, genç ve üretken yazarlarımızdan.
“1974 yılında İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladı. Yüksek lisans tezinden çıkan makalesi “Feminizm, İslam ve Kamusal Alan”, İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri adlı kitapta yayınlandı. 2007 yılında açtığı bloğu “İnsanlık Hali” çok sayıda okurun düzenli olarak ziyaret ettiği bir site haline geldi. Seyahat günlükleriyle denemelerinden oluşan Mavi Orman 2011’de, ilk romanı Saklambaç 2014’de, Emanet Zaman 2016 ve Yaz Sıcağı 2017’de basıldı. “
Defne Suman, Kahvaltı Sofrası adlı yeni romanını bize de yollamış. “Sevgili Seval ve Halim Bulutoğlu’na. Büyükada’nın bildik köşelerinde geçen bu romanı çok severek okumanız dileğiyle” diye yazıp imzalayarak.
Altına da parantez içinde Nilüfer Tapan’ın kızı notuyla birlikte.
Çok sevgili dostumuz Nilüfer Hanım, Büyükada’daki ortak buluşmalarımızda kızından söz ederdi. Seval de, daha önce çıkan Emanet Zaman adlı kitabını okumuş, çok güçlü bir roman dili olduğunu söylemişti. Su gibi akıp gittiğinden.
Ben, tembel bir okuyucu olarak, bu kitapta tanıdım Defne Suman’ı.
Seval’e hak verdim ve gerçekten de “çok severek” okudum.
Elbette sizlere de şiddetle tavsiye ederim ama bu yazıdaki derdim, bunlar değil.
Yazının başına dönüyorum ve kitapta çok severek okuduğum Büyükada betimlemelerinden bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum.
Defne Suman, roman kahramanlarını konuşturuyor:
Selin (Ailenin en küçüğü. Şirin Saka’nın torunu Fikret’in kızı): “İskele yarım saatte ana baba günününe dönmüş. Pis günübirlikçi kalabalığı arasından bisikleti zar zor iterek, saatli meydana çıktık. Arabacıların önündeki kuyruk daha şimdiden meydanı geçmiş, Prenses Otel’in kapısına uzanıyordu. Vapurdan inen kendini can havliyle faytona atma derdinde. Koca götlüler. İki adım yürümeye gelmez, kesilirler. Anneler çocuklarına atları işaret ediyor. Bak yavrum at. Şimdi bineceğiz, tıngır mıngır adanın etrafını döneceğiz. Sanırsın fil tepesinde Amazonları gezecekler. Ne bu fantezi? Adalar’a vize koysalar. Günübirlikçiler giremese. Ama o zaman Burak da gelemez. Tamam, o zaman Amerikan vizesi alır gibi adaya gelecek kişilerin adada yerleşik bir akrabası, bir tanıdığı bulunması şart koşulsa? Ben böyle konuşunca Oğuz çık kızıyor. Beyaz Türk’müşüm, elit, faşist filanmışım. Burak duysa ne der acaba?”
Sadık (Şirin Saka’nın hizmetlisi, yüz yıllık dostu): Bunca yıldır hanımım ile Büyükada’ya geliriz. Bir defa bile Seferoğlu Kulübü’nden içeri adımımı atmamıştım. Bu sebeple, evvela, kulübün Çankaya Caddesi’ndeki kapısından girerken bir parça heyecanlandım. Ve fakat ahşap binaların eskiliğini görünce sukutuhayale uğramadım desem yalan olur. Bir vakitler yerlere kırmızı halılar döşemişler fakat şimdi o halılar nemden tuzdan lime lime olmuş. Binaların içi de küf kokuyor. Olmaz ki. Burası Büyükada’nın seçkin, soylu ailelerinin aza oldukları bir kulüp. Bayan Şirin bana Anadolu Kulübü ile Seferoğlu arasındaki farkı izah etmişti. Paranın satın alamayacağı şeylere sahip aileler Seferoğlu’na aza olurlarmış. Ancak vaziyet bu ise bu halıları değiştirmeleri lazım gelirdi.”
Nur (Şirin Saka’nın torunu): “Benim çocukluğum lacivert BMW’nin arka koltuğunda değil, burada geçti. Burada. Ada’daki evde. Albinoni, Bach, Vivaldi’nin ekmek kızartması kokusuna karıştığı şu yemek odasında. Pencerenin önündeki gülibrişim dallarında arasında süzülüp de parkeye düşen sabah ışığının dairesinde bale yaparak. Çocukluk sofranın bir ucunda, merhum kocasının hayaletinin karşısında oturan her daim şık, her daim sırtı dik, ince uzun parmaklarıyla ekmeğine tereyağı ve zeytin ezmesi süren Şirin Saka’ydı. Sabah kahvaltısı bitince büyükannem kameriyede kahvesini içer, ayağına dolanan kedilerle konuşurdu. Bize hitap ederken duymadığımız tatlı, çocuksu bir konuşma tonu tuttururdu kedilerle konuşurken. Çocukluk bir tekiri kıskanmaktı ve mavi seyyar arabada satılan gül dondurmaydı. Ayna gibi pırıl pırıl bir kazandan seçtiğim süt mısırdı. Kahvaltıdan sonra anne-kız evden kaçışlarımızdı... bisikletle gittiğimiz Büyük Tur Yolu’nda annemle elimizi, kolumuzu çizmek pahasına dalından yediğimiz kocayemişti.”
... “Plaja giderken faytona biniyoruz. Arkada mavi deri kaplı koltukta annemle yan yanayız. Adanın yokuşlarında, virajlarında beşik gibi sallanıyoruz. Fayton yolculuğuna bayılıyorum. Parlak jantlar, püsküllü perdeler, mavi deri döşemeye dikilmiş düğmeler, çin çin öten korna, faytona dair her şey aklımı başımdan alıyor... Annem şeftali çiçeği kokuyor..”
Burak (Aile dostu gazeteci, Nur’un eski sevgilisi): “Horoz Reis’in çay bahçesindeki plastik masalara yayılmış adalılar iskeledeki bayram kalabalığından habersiz, başka bir dünyada yaşıyor gibiydiler. Çoğu yaşlıydı. Seksen üstü. Masalarında açık gazeteleri, çayları, tostları, tavlaları ve oyun kağıtlarıyla bugün bayram değil de herhangi bir yaz öğleden sonrasıymış gibi sakin oturuyor, alçak sesle sohbet ediyorlardı. Tentenin altındaki masama otururken bir kaç kişi beni süzdü. Onları başımla selamladım. Yolun karşı tarafındaki çay ocağına bir çay işareti verdim. Çaycı telaş etmeden yerinden kalktı.”
Selin konuşuyor: Günübirlikçiler Aya Yorgi’ye çıkar. Kimse Hristos Tepesi’ni ve oradaki manastırı bilmez. babam götürmese ben de bilmezdim. Geçen yaz sonu yolumuz düşmüştü. Yürüyüş yapıyorduk. Perili Köşk, Aşıklar Yolu, çamlar, Rum Yetimhanesi derken Hristos Tepesi’ne varmıştık. Ben oraya ilk defa gidiyordum. Ahşap eskilerden kalma bir bina. .. Babam kapıyı çaldı. Ben çok şaşırdım. Kimse açmaz sanıyordum ama ben yaşlarda bir çocuk açtı. Sessiz, sakin terbiyeli bir tipti. İçeri girdik. Mumlar yanıyor. Biz zili çalınca çocuk bir koşu gidip yaktı galiba. Babam duvarda şifacı ikizler Kozmas ve Damianos’un ikonasını görünce çok heyecanlandı. Bu ikona pek bir yerde bulunmazmış...
... Bir fayton geçti yanımızdan. Arkasından bir tane daha. Eski Rum yetimhanesi tüm heybeti ile karşımızda belirdi. Ne zaman önünden geçsem saçları sıfıra vurulmuş deli bakışlı yetim çocukların hayaletleri musallat olur bana. Kesin bu gece de rüyama girecekler. ...”
Selin anlatıyor: “Şurada bir çay içelim mi dediği yer Seplendid Oteli’ydi. Beyaz cephesi, kırmızı panjurları, çatısında zarif kubbeleriyle bizim adanın en eski, en şık oteli. Hayatım boyunca önünden yüzlerce kez geçmişimdir ama bir defa bile içine girmek aklıma gelmemiştir. Bana yasak bahçedir orası. Merdivene kırmızı halı sermişler. Sermemişler tabii de bana öyle geliyor. İçeri girdik. Girer girmez boyut atladık. Dışarının at çişi kokulu nemli sıcağına inat içeriyi kahve kokulu bir serinlik sarmıştı. Yüksek tavanlar, kristal avizeler ve gülümseyen yüzler. Vivaldi. Dört mevsimden biri. Galiba ilkbahar. Alçak sesli konuşmalar. Tam bir “Adadayım ama çizgimden çıkmam” konsepti. .. Hepsi de sözleşmiş gibi ütülü ketenler, pastel renkli ipekler giymişlerdi. Neydi o kelime? Seviyeli. Evet seviyeli bir güruh.. Çaylar geldi. Porselen çaydanlıkta sallama English Breakfast. Şekerlik. Sütlük. Yaldız kenarlı Çin porseleni fincanlar. İnce belli çay bardakları da otelin kırmızı halılı girişinin dışında kalmıştı. Biz artık Avrupa’daydık...”
Burak anlatıyor: “İskeledeki kalabalığa karışınca kendimi iyi hissettim. Çok iyi. Fazla iyi.
Gülüşen itişen gençler, çarşının bu en işlek caddesinde bebek arabası iten anneler, elektrikli bisiklet süren bakkal çırağıyla birlikte yürürken içimin sıkıntısı dağıldı. İşte bayramcılara karıştım ben. Sizin satır aralarında ya da apaçık cümlelerinizle aşağıladığınız günübirlikçilerle omuz omuza çarşıda yürüyorum Nur. Onlar gibi bira fıçılarından bozma masalarda oturup midye dolma yemeği hayal ediyorum. Ve şunu da bilin ki burada, bu adi kalabalığın içinde rahatlıyorum. Sizin eşi benzeri bulunmaz antika eşyalarınızla dolu tuhaf, hep aynı müziği çalan evinizde olduğumdan daha mutluyum burada. Yaşam burada. Sokakta. Kalabalıkta. Dış dünyada. Bunu bilin.”
Son söz olarak, neden Büyükada? Bu defa Defne Suman anlatıyor, bir söyleşisinde:
“Tüm çocukluğum, ilk gençliğim Büyükada’da atların, bisikletlerin, çamların, üç dinden ve dilden insanın arasında geçti. Dedemin babasından kalan büyük evde üç kuşak bir arada yaşardık. Büyükada’ya bağım ve sevgim çok kuvvetli. Son zamanlarda geçirdiği sancılı değişime rağmen ben hâlâ orada sadece güzel olanı görüyorum. Ve elbette tüm romanlarımda çıkıp geliyor, hikayenin bir yerine sızıyor.”
Defne Suman, daha fazlasını, 18 Kasım Pazar günü Büyükada Splendid Otel’de yapılacak söyleşi ve imza gününde okurlarıyla paylaşacak.