Sezen Aksu’nun duygu yüklü şarkısı “Yol Arkadaşım”, ikinci kuplesinde şöyle başlar.
“korkular basmış dünyayı,
şimdi bi semt adı vefa... “
Vefasızlık toplumumuzun kanayan yarasıdır..
Buna dikkat çekmek için kullanılırdı, yakın döneme kadar, “Vefa, sadece İstanbul’da bir semt adı değildir” sözü.
Artık o bile kullanılmaz oldu. Toplumsal adalet o kadar ayaklar altına alındı ki. Toplum, iktidarın diliyle o kadar ayrıştırıldı ki. Olur olmaz suçlamalarla, o “o”cu, bu “bu”cu gibi ötekileştirmelerle öyle bir linç kültürü geliştirildi ki, inanılmaz sayıda insanın hayatı öylesine karartıldı ki, ve vicdan dediğimiz şey o kadar kanatıldı ki, artık vefadan söz etmek bile anlamsız.
İhbarcılık bir zamanlar en aşağılık, utanılacak şeydi. Şimdi makbul vatandaş sayılıyor ihbarcılar. İsimli ama çoğunlukla isimsiz ihbarlarla, dosyalar oluşturuluyor. Hukuki sayılabilecek en küçük delil bulunmayan suçlamalarla insanlar dört duvar arasında çürütülmeye çalışılıyor.
12 Eylül faşist darbesi dönemine bile taş çıkartacak ucube dava dosyaları, uzun süredir tedavülde. İnsanlar başıma bir şey gelmesin diye, giderek daha tepkisiz kalıyor bu adaletsizlik karşısında. Korku, her türlü kötülüğü besliyor.
Korktukça çevremizdeki vicdansızlık artıyor. Korktukça, kötüler daha da saldırganlaşıyor. Korku, iktidar olmanın, iktidarda kalabilmenin sihirli gücü olarak alabildiğine kullanılıyor tepelerde. Uzun zamandır.
Bizi bir arada tutan toplumsal değerlerimiz, korkuya teslim oldu, çözüldü.
Çok sık duyuyoruz, “toplum bile değiliz artık” sözlerini.
Evet, “korkular bastı dünyayı ve şimdi bi semt adı vefa...”
Gidenin ardından uluorta suçlamalarda bulunmayı ayıp bilirdik. Giden gitmiştir artık, kendini savunacak durumu yoktur çünkü. Ama uzun süredir, bu hasletin yerini, “düşene bir tekme de sen vur” tutumu aldı. Düne kadar el üstünde tutulanlara bile. Yılların arkadaşlıkları, dostlukları, korkuya ve bağnazlığa yenik düştü.
Gideni iyiliklerle hatırlamak, iyiliklerle yadetmek bizi birbirimize bağlayan göreneklerimizden biriydi. Toplumsal yaşam öyle zehirlendi ki, aman bana bulaşacak bir şey çıkmasın duygusu, suskunlaştırdı, hareketsizleştirdi hepimizi.
Ölenin ardından hocanın “nasıl bilirdiniz” sorusuna verilen “iyi bilirdik” yanıtı, ikiyüzlülüğümüzü açığa vuruyor sadece.
...
Adalı dergisi, yayın hayatının 20’inci yılına yaklaşıyor.
Adalar’da bugüne kadar yayınlanan en uzun soluklu periyodik yayın unvanını açık ara elinde tutuyor, ne mutlu. Elimiz erdiği, gücümüz yettiğince yayına devam edeceğiz.
2003 yılında başlamıştık. yolculuğa. 2003’ten 2012 yılına kadar ben yayın sorumluluğunu üstlendim. 2010, Adalar Müzesi’nin sancılı kuruluş yıllarının başlangıcıydı. “Adalar’ın ve Adalar Vakfı’nın 30 yılı” kitabında ayrıntısıyla bulacaksınız, bu sancılı sürecin öyküsünü.
Müze hem zaman ve hem kaynak açısından tüketiciydi, özellikle de bu kuruluş yıllarında. Dergi bu nedenle ihmale uğramıştı. Yayının kesintili çıkmasına yönetim kurulumuz razı gelmedi. O dönem başkan yardımcımız Ömer Faruk Berksan üstlendi sorumluluğu. Yayıncılık deneyimi olmadığı için de, Semra Uzuner arkadaşımızı yazı işleri sorumlusu olarak önerdi ve esas olarak tüm yük Semra’nın üzerinde kaldı. Bizler uzaktan destek olduk. Derginin yayın çizgisi, benim sorumluluğu üstlendiğim ilk döneminde ne ise, sonrasında da o oldu. İzleyenler, yakından takip edenler ve en önemlisi halen yazmayı sürdüren yazarları bunun tanığıdır. Adalı dergisinin bu döneminin hikayesi de yine aynı kitapta ayrıntısıyla yer alıyor. Kitap bir bakıma, derginin izleği gibi.
Semra 2018 yılı mayıs ayına kadar bu görevi son derece başarıyla sürdürdü. Sonra eşiyle İstanbul’dan ve Adalar’dan ayrılmaya karar verdiler. 2018 Haziran ayında ben tekrar yayın sorumluluğunu üzerime aldım. O gün bugündür de devam ediyor.
2018 Haziran sayısına, Semra’nın ardından bir “vefa” yazısı hüviyetinde yazdığım “yeniden merhaba” başlıklı sunuş yazısını, adada yayınlanan bir gazete müsveddesi almış manşetine taşımış geçtiğimiz günlerde.
Şark kurnazı kelime ve zamanlama oyunlarıyla, habercilik değil jurnalcilik yapan müsveddeye söyleyecek sözüm yok. Sözüm, varsa hala bunlar gibilere itibar edenlere...
...
Ömer Faruk Berksan, dergide son yazısını 2014 yılında yazdı. Bir türlü atlatamadığı sağlık sorunları, son derece aktif sivil toplum yaşamından erken kopmasına neden olmuştu. Ne ilginç ki, onun da bu son yazısı bir vefa yazısıydı. Heybeliadalı Nikiforos Metaxas’ın ardından yazılmış bir vefa yazısı. Nikiforos’u ve eşi Vasiliki’yi Heybelili herkes hatırlayacaktır. Eski Rum İlkokulu binasının restorasyonuyla yaşama geçecek Heybeliada Ses ve Musiki Merkezi’nin kuruluş hayali uğruna malını, mülkünü ve sonunda da hastalanıp canını yitiren Nikiforos’un naaşıyla birlikte Vasiliki de ayrıldı adadan. Küskün ve yıkılmış olarak. Vefasızlık en yakınlarından, kendi topluluklarının içinden gelmişti. “Zimmetine para geçirmekle” bile suçlanmışlardı ki, Niki’yi en çok kahreden bu sözlerdi. Bu çok önemli müzik insanının son anlarına kadar yanlarında, yakınlarında kimler olduğunu ise yazı çok iyi anlatıyor. Buraya bırakıyorum.
...
Yazı uzadı biliyorum ama, “Vefa” deyince zihnimin alıp beni Adalı dergisinin ilk sayısına götürmesini de engelleyemiyorum.
2003 yılı temmuz ayında çıkan ilk sayımıza.
Ölümünden önce son yazısını Adalı dergisinin bu ilk sayısında yazan sevgili Çelik Gülersoy’a.
Yazısının başlığı, “Ada ünlülerine vefa borcumuz” idi.
Adalar Vakfı’na bir vasiyet de sayılabilecek bu yazı da burada.