Perşembe, 04 Ekim 2018 16:32

Kentleştik: “Kaldırım taşlarının altında kumsal var.”

Ögeyi değerlendirin
(4 oy)

Düşünsel anlamda birçok politik ve yaşamsal meseleyi sorgulamamızı sağlayan Fransa’daki De Gaulle iktidarına karşı çıkan 1968 ayaklanması, kentteki yaşam koşullarını ve eşitsizliklerini de tekrar gündeme getirdi. O sene içerisinde Henri Lefebvre tarafından “Kent hakkı” kavramı ortaya atıldı. Bu kavram toplumun kent ile ilgili söz hakkının olması ve toplumsal tabakalaşmaya yol açan eşitsizliklerin ortadan kalkması gerektiğini savunur. Yani kenti salt bir mekan olarak görmez. Peki bizim kent algımız nasıl?

Tarihsel süreç boyunca insanların yaşam alanlarını yaşamsal faaliyetleri belirlemiştir. Tarımla uğraşan toplulukların yerleşik, avcılık ile uğraşan toplulukların göçebe yaşam sürmesi gibi. Topluluklar, iklim ve toprak yapısı gibi coğrafi farklılıklar sebebiyle farklı faaliyetler benimsemişlerdir. Doğanın insan yaşamını şekillendirdiği o zamanlarda, herkes kendi alanında yaşam mücadelesi veriyordu. Sanayi devrimi ile birlikte karşımıza çıkan yabancılaşma, metalaşma, artı değer kavramları insanların kendi alanlarından çıkıp kentlere göç etmesi ile birlikte sosyo-ekonomik sistemin temel kavramları haline geldi. Hızla artan kent nüfusu, artık kırsal nüfustan oldukça fazlaydı. Dolayısıyla kentlerde çarpık yerleşmeye sebep oldu. Eskiden şehrin uzağında sayılabilecek konumlar bile kendi içinde bir merkez haline geldi. Aslında her şey bir bilgisayar oyunu gibi ilerledi; araziyi al, üstündeki ağaçları kes, bir alışveriş merkezi ve bir iş merkezi koy, etrafını yüksek binalarla kuşat. Ardından tüm bu yapıların üstüne tıklayıp parana para kat.

Sermaye sahipleri toplumsal tabakalaşmayı daha keskin hale getirdi, çünkü yaşam olanakları diğer sınıflar ile arasında büyük farklar yaratıyordu. Şehrin merkezinde yaşamak ve sunulan olanaklardan faydalanmak için paran olması gerekiyordu. Eskiden doğa üzerinde hakimiyet kuran ve çevresinin etkisi altında olan insanlar, artık tamamıyla çevresi tarafından denetleniyor hale geldi. Kentler sermayedarların güç gösterisi yaptığı alanlar haline dönüştü. Yapılan iş merkezleri, alışveriş merkezleri gibi alanların yanı sıra evler bile bir site şeklinde kendi içinde bir grup oluşturarak toplumdan soyutlanan alanlar haline dönüştü. Siteler; arabayla çıkıp, arabayla geri girdiğin garajına.. Ara sokaklarda dolaşmadan, yeni yerleri keşfetmeden, mahallenin esnafına selam vermeden.. Halbuki yürümek bir keşiftir aynı zamanda. Kültürel paylaşımın yapıldığı mahalle kültürü, esnafın sisteme karşı ayakta duramayışı ve zincir markaların yayılması ile birlikte yok olmaya başladı. Tek sebebi standardizasyon da değil; asıl kentsel dönüşüm toplumu dönüştürdü.

Kentsel dönüşüm ile birlikte yaşadığımız yer ile ilgili algımız tamamen değişti. Çocukluğumuzda görmeye alışık olduğumuz mekanlar ve insanlar bir bir gittikçe, güven duygusu yerini tedirginliğe bıraktı. Evde olma hissini yaşayamamak, aidiyet hissimizi azalttı. Artık kentte yaşamak bir direniş gibi. İş çıkışı eve her gün vardığımız saatten erken varınca bu direnişi kazanmış gibi hissetmiyor muyuz? Trafiğin olduğu caddelerden yürüyerek bir yere vardığımızda tüm o araçlara, kalabalığa meydan okuyoruz aslında.. Kent kavramının bizde çağrıştırdıkları ve yarattığı algı değiştirildi. Rantın yükselişi ile birlikte kamusal alanlar gittikçe azalırken, şehrin hiç olmaz dediğiniz yeri bile insansızlaştırılabiliyor artık. Kamusal kelimesi de aslında pek bir şey ifade etmiyor; devlet ‘hukuk’ yoluyla istediği gibi istediği alana müdahale edebiliyor. Ama yeni yapılan yerler genellikle kimliksiz oluyor. Bunun da en temel sebebi zihinlerde kültürel bir çağrışım yapmamasıdır. Yani geçmişle bir bağ kuramıyoruz. Bu noktada karşımıza psikocoğrafya kavramı çıkıyor. Bu kavram şehrin coğrafi özelliklerinin insanların davranış ve duygularına olan etkisini ortaya koyuyor. O halde kentle olumlu veya olumsuz kurulan bağ sebebiyle diyebiliriz ki; bir şehir inşa edilirken aslında toplum da yeniden inşa ediliyor.

Yeni bir şehir inşa edilirken oluşturulan kentsel tasarım planlaması toplumun sosyal gelişimi için çok önemli bir araçtır. Bu noktada mimarlara, kent planlamacılarına, yerel yönetime, araştırmacılara oldukça fazla sorumluluk düşüyor. Şehirdeki para akışı ne kadar fazla olursa olsun, yaşayan insanlar mutsuz oldukça asla sürdürülebilir bir gelişim mümkün olmayacaktır. İnsanların mutlu olması için; gelirin de yaşam koşullarının da adil olması gereklidir. Ayrıca kişilerin yaşadığı kent ile ilgili söz sahibi olması, dolayısıyla yerel yönetimlerin farkındalık yaratması ve bireylerin aktif olabilmelerini sağlamaları gerekir. Sosyal sınıf gözetmeksizin her birey sağlıklı olmak, beslenmek, barınmak, nitelikli bir eğitim görmek, nitelikli bir iş sahibi olmak hakkına sahiptir. Dolayısıyla toplumdaki tüm bireylere fırsat eşitliğinin olduğu adil bir ortam yaratılmalıdır. Ancak bunu yaparken artan nüfus ve kentleşmenin, doğaya ve tüm canlılara verebileceği zararlar göz önünde bulundurularak sürdürülebilir bir büyüme sağlanmalıdır; atık yönetimi, sürdürülebilir enerji kaynaklarını kullanmak gibi. Kentsel planlamanın en iyi yapıldığı ve Yeşil Küresel Ekonomi Endeksi’ne göre dünyanın en yeşil kenti seçilen Kopenhag buna güzel bir örnektir. 1947 yılında ‘The Finger Plan’ ismini verdikleri şehir planlamasını uygulamaya geçirmişlerdir. Bu planda özellikle tren hatları ve yeşil alanlara odaklanılmıştır. Şehir merkezinden parmak şeklinde yayılan tren hattının yanı sıra, geniş bir otobüs sistemi, dört hatlı deniz otobüsü, bir metro ağı ile şehrin toplu taşıma sistemi oluşturulmuştur. Ayrıca bisiklet yolları yapmışlar ve nüfusun %40’ı ulaşımını bisikletle sağlıyor. Aynı zamanda sokak ve cadde planlaması ile yürünebilir bir şehirdir ve yayalar için de oldukça avantajlıdır. Parklar ve oyun alanları gibi kamusal alanlar açısından oldukça zengindir. Büyük ve az sayıda park yerine, insanların daha fazla fayda sağlayacağı düşüncesiyle küçük ama fazla sayıda park inşa etmişlerdir. Kaynakların yeniden kullanılmasını (yağmur suyunun geri dönüşümü, atık yönetimleri ile ilgili politikalar gibi) teşvik ederek karbon emisyonunu yıllar içerisinde azaltmaya devam etmiştir.

Kentler sadece devasa altyapı projeleri ve iş merkezleri ile iş sağlayan bir konum değildir. Aynı zamanda deneyimlenen bir mekan olup, duygu doğurmamızı sağlar. Mesela İstanbul deyince aklımıza sembolleri gelir; Galata Kulesi, Gezi Parkı, Kız Kulesi. Ama bu semboller sadece estetik olarak değil, onlarla ilgili yaşanan anıların, tarihin de hatırlattıkları ile algılanır. Geçmişle gelecek arasında bağ kurmamızı sağlar. Bir kentin tarihi kalıntıları kültürel bir alışverişi sağlar. Duygusal yanının, aidiyet hissinin yanı sıra kentler için sürdürülebilirlik, yaşanılabilirlik elzem unsurlardır.

 

Son değişiklik Cuma, 05 Ekim 2018 18:14
Yorum yapmak için oturum açın