Yaz sonbahara dönüyor. Öyle bir dönüş ki, kararsız. Kararsızlığı havadan, rüzgardan, ısıdan, güneşin yakıcılığından izleyebiliyoruz. Bir doludizgin yağmur, ardından içimizi sımsıcak saran güneş. Bir lodos, bir poyraz olup deli esen rüzgar (buna bir de kasırga söylentileri eklendi), bir yaprağa bile dokunmaya kıyamayan sükunet.
Kararsızlığı renkler de barındırıyor. O geçişi. O tereddüdü.
Bunu en güzel Ada’nın begonvillerinden izliyoruz.
Yaz güneşiyle birlikte coşan, bulduğu ağacı ya da dalı saran pembe-kırmızı çiçekler, ağustos sıcağında solmaya yüz tutuyor. Ama hemen ardından, o solmuş, kirli sarıya dönmüş yaprakların üzerine, onlara inat yeni çiçek dalları doluşuyor. Ben bitmedim, ben canlıyım, ben “yaz”ım dercesine.
Kararsızlık kasıma kadar sürüyor. Adada.
Ve adayı terketmeye kıyamayan biz “yaz”lıkçılarda.
Aslında, şehrin “gel” demeye mecali kalmamış. Biliyoruz.
Tereddüdümüz biraz da bundan. Arada kalmaktan.
“Adada olmak, arada olmak” diye yazmıştı Seval, sevgili karım, bundan 15 yıl önce, Adalı’da.
O güzelim yazının bir bölümünü almak istiyorum buraya:
“...Hayatın, mekanla ilişkili bir ritmi var. Tıpkı dalgaların kıyıyı tutup bırakması gibi, deniz anasının kasılmaları gibi, nefes alıp verme gibi bir ritm bu. Farklı bir zaman duygusunu da beraberinde getiriyor elbette. Gerçek adalılar bu ritme kendilerini bırakarak yaşayanlardır. Onlar için mekan, üzerinde rahat ve güvenli yaşayabilmek için emrimize amade , kendi arzularımıza göre değiştirip dönüştürebileceğimiz (ne kadar modern ve akılcı tasarruflar olursa olsun) bir vasıta değildir. Ona hükmedilmez. Zaman ve mekanla birlikte var olunur, birlikte yaşanır. Saygılı bir beraberlik.
Orfik bir yaşam vardır adalarda. Hazza ve tutkulara meyillidir insanlar. (Orfeus da öte dünyaya gider gelirmiş.)
Öğlen rakıları, kömürde lüfer,.. Lakerdanın iyisini Hristo yapar.
Martılara ilan-ı aşk edilir, gün batımına gazeller düzülür.
Necmi Tanyolaç bilir kırlangıcın hangi kuytularda yattığını...
Bu ritmi yakalayabilmek lazım adalı olabilmek için, adada doğmuş olmak şart değil. Hayatı deniz imgesi üzerinden okuyabilmek lazım. İmkanı ve imkansızlığı, sınırlı oluşu ve sonsuzluğu, sükuneti ve dehşeti, ölümü ve ölümsüzlüğü bir arada idrak edebilmek lazım. Bir tür arafta olmak ya da arada olmak gibi...”
Bu yazıyı tekrar tekrar okuduğumda, gözüm biraz uzaklara, Yassıada’ya ve biraz ötesindeki Sivriada’ya kayıyor. Sonra da betona dönmüş anakaraya.
O “saygılı beraberlikten” ne kaldı ya da kalacak geriye, şu kısacık ömrümüzde...
Diye.