Perşembe, 03 Aralık 2020 13:08

Defne Suman’la son romanı Yağmur’dan Sonra’yı ve adayı konuştuk.

Ögeyi değerlendirin
(4 oy)

“İçimin büyük bir odasını ada kaplıyor.”

Son iki kitabınızda da ada ön planda. Niye ada?

Defne Suman

Ada benim için büyülü bir yer. Doğduktan üç ay sonra beni adaya, Büyükada’ya, dedemin evine götürmüşler. Dedemin evi, kulübün arka sokağında, iskeleye yürüme mesafesinde, Albayrak Yokuşu’nda. Bu ev dedem Macit Gökberk’in babası Şükrü Naili Paşa’ya armağan edilmiş bir ev. Annem Nilüfer Gökberk Tapan bu evde büyümüş. Teyzem Ülker Gökberk bu evde büyümüş. Onlar o yıllarda yaz kış adada kalırlarmış. Dedem adayı çok sevdiği için İstanbul’da ayrı bir ev tutmak istememiş. Tek evleri de adadaki bu evmiş. Kızları orada büyütmüş nenem. Annem Büyükada İlkokulu’na gitmiş. Ben de bu dede evinde büyüdüm. Orada büyüdüğüm için belki, anılarım, dünyayla ilişkili ilk izlenimlerim Büyükada’dan çıktı. Yazmak denilen şey bilinçaltını karıştırmak olduğu için, ben ne zaman yazmaya otursam Büyükada mutlaka çıkar ortaya. İlk romanım Saklambaç’tan beri bu böyle. Büyükada ya başrolü kapar Kahvaltı Sofrası’nda olduğu gibi, ya da fonda bir yerlerde görünür. Yağmur’dan Sonra’daki eski Rum Yetimhanesi beni çok etkilemiş olan bir yer. Zannediyorum ki adada büyüyen bütün çocukları için de öyledir. Bir de Perili Köşk denilen köşk. Ben 1974 doğumluyum. Çocukluğum 80’li yıllarda geçtiğine göre, Rum Yetimhanesi şimdiki halinde değildi elbette ama yine de terkedilmiş bir binaydı. Yani içinde yaşayan hayaletler hissi o zaman da vardı. Baktıkça ürperirdim. Bir de çocuk olarak yetimhane olması beni çok etkilemiş olmalı. Rum Yetimhanesi oluşu. Yani sürgünü, katman katman bir terk edilmişliği, yalnızlığı yansıtan bir binaydı. Ve ben ne zamandır bunu kullanmak istiyordum, bir öykümde, bir romanımda, bir hikayemde. Şimdi sırası geldi.

Geçen sonbaharda binanın önünden geçiyorsunuz ve hikaye orada başlıyor sanıyorum kafanızda, öyle mi? Önce hikaye olarak başladı ve sonra romana mı evrildi?

Evet tastamam öyle oldu. Benim bir yazarlar grubum var, gençlerden oluşuyor. Aslında yoga öğrencilerim ama aynı zamanda edebiyat meraklısı oldukları için dört-beş yıl önce bana yazarlık dersi verir misiniz diye geldiler. Ben dedim ki, ben yazarlık öğretmeyi bilmiyorum ama sizi bana ilham veren yerlerde dolaştırabilirim ve hep beraber yazarız. 4 yıl önce başladığımız bir projeydi bu. Her ay bir gün adaya gidiyoruz. Salgından önce, ben her ay yaşadığım Atina’dan İstanbul’a geliyor ve her seferinde de bir günümü, bir pazartesiyi adada geçiriyordum zaten. Sabah 7’de Bostancı’dan kalkan vapurla adaya geçiyorduk. Çok erken çıkıyorduk yola. Akşam da 8-9 gibi dönüyorduk. Çantaları bizim eve atıyoruz, şömineyi yakıyoruz, sonra basıyoruz yukarı. Çamlardan Hristos Tepesi’ne. İşte böyle bir yürüyüş güzergahımız var. Sonra Splendid Oteli’ne geliyoruz, Kahve, dinlenme ve okuduğumuz kitaplar üzerine tartışma. Oradan bizim eve geçiyoruz, evde birkaç saat süren yazma, sonra da yazdıklarımızı okuyoruz. 4 senedir sürdürdüğümüz bir çalışmaydı bu. Yağmur’dan Sonra da aslında o sırada yazıldı. Yani öğrencilerimle başlayan bir süreç.

Hangi yıllar arasındaydı bu?

Defne Suman

2016 sonları gibi başladık bu projeye. Yağmur’dan Sonra bu projeden çıkan son kitabım. Kahvaltı Sofrası da bu çalışma grubu içinde yazıldı. Ha evet, hatta Yaz Sıcağı bile ucundan yakalamış olabilir. Kahvaltı Sofrası’nı tefrika tefrika yazıp, öğrencilerime okuyordum. Onlar da yorum yapıyorlar, işte burayı anladık, burayı anlamadık, burası çok güzel olmuş mutlaka kullanın, sakın çıkarmayın. Yağmur’dan Sonra da şöyle ilk aklıma düştü: Hristos Tepesi’nde öğrencilerimle yürürken, yanımda Alper var, grubun en genci, 28 yaşında. Ona dedim ki, ben bu eski Rum Yetimhanesi’nde geçen bir öykü yazmak istiyorum. O da çok meraklı zaten. Hemen bir iki belgeselden söz etti. Yetimhane üzerine. Melike Çapan çekmiş, onlardan bahsetti. Dedim ki, geçmişte geçmesin bu, gelecekte geçen bir öykü yazayım. Ama gelecek öyle bir gelecek olsun ki, geçmişten bir farkı olmasın. Böyle bir şey olur mu, olmaz mı. Konuştuk öğrencilerle. Benim kafamda artık bir kıvılcım çakmıştı Oradan yürüdüm ve Yağmur’dan Sonra ortaya çıktı.

Nerede yazdınız? Yunanistan’da, Atina’da mı?

Yazma adada başladı. O gün eve gidince başladım ben yazmaya. Alper ile konuştuğumuz, yürüdüğümüz gün ufak ufak notlarını almaya başlamıştım. Ama büyük bir kısmını Atina’da yazdım. Çünkü, geçen sene sonbahar, kasım ayıydı galiba bu fikir aklıma düştüğünde, belki ekim de olabilir. Ondan sonra kasımda, aralıkta, ocak-şubat- martta İstanbul’a geldim, 9 Mart’ta Atina’ya döndüm ve o günden sonra da bir daha Atina’dan çıkmak nasip olmadı, kapandı her şey. Öykü halini adada yazdım. Başta biçim olarak öyküyü düşünüyordum çünkü. Bir öykü kitabı çıkartmayı planlıyorum, onun içindeki öykülerden biri olacaktı bu. Ve mart ayı geldiğinde öykü formuyla bitmişti aslında ve ben bunu Doğan Kitap’taki editörüme, genel yayın yönetmeni Cem Erciyes’e sundum. Bakın dedim işte, öykü kitabım oldu. Onlar da içinden Yağmur’dan Sonra’yı çok beğendiler. Dediler ki, bu öykü olarak kalmasın, bunu sen romana çevir ve biz roman olarak basalım. Öyküden romana dönüşmesi, yani dallanıp budaklanması martla ekim arasında Atina’da oldu. Yani yüzde 50 Büyükada, yüzde 50 Atina çocuğu gibi.

Peki şöyle bir soru sorsam garip kaçar mı? Esas olarak ortaya çıkmış bir öykü ama romana evrilmesi süreci pandeminin tam da ortasında gerçekleşiyor. Pandemide yaşananlar kitabı etkiledi mi? Yani bazı şeyler farklı gelişti mi bu sürecin, kapanmışlığın, sıkışmışlığın da etkisiyle?

Romanın daha öykü halindeyken de içinde bir salgın vardı. Daha covid yoktu ortada, fakat 100 yıl sonrasında geçen bu öykünün içinde bir salgından bahsediliyordu ve o salgın insan ırkının tamamını artık dünyadan silecek bir salgın olarak geçiyordu. Sonradan covid çıkınca ortaya, ben onu “Üçüncü Salgın” olarak değiştirdim roman halinde. Bizim şu anda yaşadığımız “İlk Salgın”, sonra ikincisi gelecek ve yüz yıl sonra gelecek üçüncüsü de zaten artık nüfusu azalmış insan ırkını silip götürecek. E tabii, bir sahne var mesela, kadınla erkek yemek yiyorlar. Yemek yerken işte kız eliyle alıyor bir lokmayı. Öteki diyor ki, ne olur elinle yeme, biliyorsun ki virüs elden geçer. Şu anda doğan çocukların da çocuklarından söz ediyoruz. Bugün bu salgında yaşadıklarımız, alışkanlıklarımız da aktarılmış oluyor yüz yıl sonrasında yaşananlara. İyice oturmuş bir şey yani, salgın diye bir şey var dünyada ve bitmiyor. Bir takım salgınsal ayrıntılar tabii ki, biz de karantinada olduğumuz için, eklemleniyor yazdıklarıma. Tefekkür hücreleri, terbiye hücreleri diye bir alan var mesela. Kaldıkları Barınak, yetimhane. Yetimhanenin adı artık yetimhane değil, Barınak olmuş. Çünkü bütün çocukları oralarda topluyorlar. Artık anne babaların çocuklara bakması imkansız hale gelmiş, devletler çocuklar için barınaklar oluşturuyor ülkenin tüm çocukları oralara topluyorlar. Salgın kontrol edilemiyor çocuklar evde olduğu sürece. O yüzden son derece zorba bir şekilde çocuklar evlerinden alınıp ülkenin her yerindeki barınaklara yerleştiriliyor. Büyükada Yetimhanesi de devletin eliyle açılmış barınaklardan birisi. Onun en üst katında da terbiye hücreleri var. Ceza hücreleri bunlar. İşte o kapanmışlık hissini de ben kendi kapanmışlığımdan yola çıkarak yazdım. Mesela anlatıcımız Kaya diyor ki, “ben olsam tefekkür hücresi derdim buraya, çünkü orada kapalı kaldığı sürece bir çocuk oturur, düşünür, düşünür düşünür, bolca düşünecek vakti olur ve anlar ki elindekinden başka hayat yoktur. Kaderi budur ve ondan sonra elindeki hayata boyun eğer, onu yaşamak üzere enerjisini yeniden yönlendirir.” Bu aslında bizim şimdi yaşadığımız şey. Geçici bir dönem filan falan diyoruz ya, ama aslında hayat bu. Geçici sandığımız şey, hayatın kendisi, gerçeği. Biz de bir nevi terbiye hücresi içindeyiz şu anda.

Peki yetimhanenin kendisi, kendi hikayesi romana bir şey kattı mı?

Evet, çok sağolsunlar İstanbul Rum Cemaati bana çok yardımcı oldu. Laki Vingas Bey İstanbul’dan, burada Atina’da yaşayan eski adalılar bana yorumlarıyla, gönderdikleri belgelerle çok şey kattılar. Bana kitaplar geldi, fotoğraflar gönderdiler. Yetimhanenin eski hali görünüyor o fotoğraflarda. Benim hikâyemde de yüz yıl sonra piyano hâlâ binada duruyor mesela. Anlatıcımız Kaya piyanonun altına yatıp eski Yunan alfabesiyle yazılmış şeyleri okuyor, bunlar acaba bana bir mesaj mı diye. Bu alfabeyi ben hiç bilmiyorum diyor. Ondan sonra bir sergi yapılmıştı biliyorsunuz, “206 Odalı Sessizlik” diye, İstanbul Karaköy’deki Galata Rum İlkokulu’nda. Kitabın kapağındaki fotoğraf o serginin sanatçılarından birine, Ali Kazma’ya aittir. İstanbul Rum cemaati serginin fotoğraflarını, videolarını belgelerini bana sağladı. Ve evet tabii, baştan sonra yetimhanenin öyküsü okudum. Ne zaman kurulmuş, en şaşaalı dönemi ne zamanmış, Sonra 1964’de nasıl bir gecede boşaltılmış. İşte 6-7 Eylül olayları sırasında neler olmuş. Saldırılması planlanan yerler arasında orası da varmış. Bunları okuyup, yavaş yavaş öykünün içine yerleştirmeye gayret ettim.

Şöyle bir hikaye vardı orada. Sanıyorum Akillas Millas’ın Büyükada kitabında yer vermişti bu öyküye. Yetimhanenin son yılları. Yetimhanenin doktoru Kriton Dinçmen’den anlatıyor. Yetimhanenin çocuklarının dördü firar etmiş. Ama dışarıya değil, kullanılmayan üt katlara. Orada bir yaşam kurmuşlar. Aşağıyla ilişkiyi tümüyle kesmişler. Kendi iktidar alanlarını, yönetimlerini oluşturmuşlar. O üst katın girişine konulan yiyeceklerle besleniyorlar. Böyle hikayeler de var.

Duydum ben de bu hikayeyi. Benim romandaki Barınak’ta da böyle bir şey olabilir mi biraz kafamda tarttım. Fakat sonra vazgeçtim, çünkü yüz yıl sonraki dünyada böyle bir isyankarlığın mümkün olamayacağına karar verdim. Biraz sosyolojik mühendislik yaptım. Şimdiden bakıyorum, yüz sene sonra toplumsal dinamiklere ne olacak, nasıl olabilir diye. İsyan etmek zorlaşacak. Çok ağır bir disiplin ve kontrol mekanizması kuruyor devletler ve onun kurumları spiral spiral küçülerek içine doğru en küçük birimde bile ağır bir kontrol, isyana alan bırakmayan denetleme, birbirini kontrol etme, ispiyonlama mekanizması geliştiriyorlar. Cezalar çok ağır. Kontrol çok daha sistemli bir şekilde yapılıyor. Yüz yıl öncesine göre bugün toplumu kontrol etmek daha kolay. Yüz yıl sonra daha da kolaylaşacak. Bu yüzden hiç kimse kendi başına kalamıyor. Onu düşündüm. Bir grup isyan etse ve başıboş kalsalar diye ama ne bugünkü dünyada artık mümkün bu, ne de yüz yıl sonra hiç mümkün olmayacak. Mekanizmayı öyle kurdum ki, özgürlükler tamamen yitirilmiş olsun. İsyan bile edemesin kimse.

Tamamen kontrol altındalar.

Ama öte yandan dünyada da şöyle bir şey olmuş. Öyle yine sosyolojik mühendislikten yola çıkarak kurduğum gelecek tasavvurumda, şu var. Ülke üçe bölünmüş. Hiç bahsedilmiyor ama burası Türkiye mi, Büyükada mı, Rum Yetimhanesi mi, bunların hepsi distopik bir ortamda sunuluyor. Ama bilen biliyor, anlayan anlıyor. İstanbul’un adına Şehir deniyor. Yunancadaki gibi Poli. Şehir’in başında Lider; Vatan projesini hayata geçirdiği sırada açık görüşlü. Eski Anadolu medeniyetleri ile Orta Asya harmanı bir kültür politikası gütmeyi arzulayan bir lider. Bütün İslami imgeleri çekiyor ülkesinin insanlarının hayatlarından. Bu defa da Anadolu medeniyetleri ve Orta Asya Şamanik imgeleri dayatılıyor. Yobazlığın içi başka bir inanç sistemiyle doluyor. Sadece eşyaların yeri değişiyor, oda yine aynı oda.

Peki, Büyükada’dan devam edelim konuşmaya dilerseniz. Bu yolculuk önümüzdeki kitaplarınızda da devam edecek, size yol gösterecek diye anlıyorum.

Hiç bilemiyorum. Yani hangi kitap nereye gidecek? Büyükada diye başladığım bir başka kitap vardı zamanında, 1980’ler Büyükada’sında geçsin istiyordum, o aldı başını gitti 1920’ler İzmir’ine mesela. Hiç belli olmuyor nereye çıkacağı. Ama yani benim içimi tırmalayan konulardan bir tanesi, Rumların bu 1964’deki zorunlu sürgünleri. 1960’larda geçen bir şeyi yazmak ne zamandır istiyorum ama tarihi roman yazmak zor bir şey. Hem duygusal olarak zor, hem araştırması çok zor. Güç topladığım zaman onun adada geçeceğini tahmin ediyorum. Biraz Beyoğlu, biraz ada. Çıkacaktır muhakkak. Benim içimin çok büyük bir odasını kaplıyor Ada.

Ada müthiş bir malzeme onun için doğru. Bu kaçıncı kitabınızdı?

Beşinci roman, yedinci kitap.

Yılda bir kitap galiba değil mi, yani neredeyse?

Bir olsun diye çabalıyorum evet. Hepsi roman olmasa da bir kitap üretmek istiyorum.

Peki bu, öyküler devam ediyor mu şu anda hazırladığınız.

Öyküler tamam. Öyküler de inşallah 2021’in ortasında bir ara çıkacaklar. Onlar zaten hazırdı anlattığım gibi. Sonra aralarından Yağmur’dan Sonra çekildi. Öykülere bir iki tane daha ekleyeceğim ve ondan sonra yayımlanacaklar.

Öykülerde de var mı ada?

Olmaz olur mu, var tabii. Adasız öykü olur mu?

Peki son beş dakikayı, konuşmamızın başlangıcında kısmen anlattınız ama, çocukluğunuzun adası sizin için ne ifade ediyor, bugünden baktığınızda, biraz daha konuşabilir miyiz?

Özgürlük. Bugünden baktığımızda ilk olarak söyleyeceğim şey özgürlük. Özgürlüğün tadını ilk adada aldım. Ya da adına özgürlük denen o zehir, ilk adada kanıma zerk oldu. Ondan sonra da bir daha vazgeçemedim. Çok duygusal bir bağım var adayla. Ada vazgeçemeyeceğim tek yer diyebilirim. Her yerden vazgeçebilirim, İstanbul’un tamamından, ki çok severim İstanbul’u, ama adadan asla vazgeçemem. Beni belki de ülkeme bağlayan en önemli toprak parçası Büyükada. Yani özgürlük ve bağlılık, ikisinin aynı anda yaşandığı nadir anlardan bir tanesidir. Kendimi hem çok özgür hissederim, hem de çok bağlı, ait hissederim. O, toprak.

Dedenizin evi, onun çevresi, adanın her yanı aslında ama. Bilinçaltınızda bir yerlerde duruyor. Kopup oralardan başka başka yolculuklara çıkarıyor sizi anladığım kadarıyla.

Antropolojik insan ile toprak arasında bir bağ var. Burada ayağımızın altındaki topraktan bahsediyorum. Mecazi anlamında değil. Elimizi dokunduğumuz toprakla, insanın ilk formasyon yılları arasında bir bağ var. Bana öyle geliyor ki iç dünyamızın filizleri de bu toprakta yetişiyor. Bu bağ ana-çocuk ilişkisi gibi bir şey aslında. Toprak ana gibi bir şey demek istemiyorum, sevmiyorum da o terimi. Ama toprakla bağımız ana karnına bağımız gibi bir şey. Çocukluğumda ellerimi değdirdiğim topraktan ayrılamıyorum. Fiziksel olarak uzaklaşsam bile, psikolojik olarak oradan kopamıyorum. Benim için ada, bu toprak.

Çok teşekkür ederim. Belki kitabı konuşsak bu kadar keyifli olmazdı. Kolay gelsin gelecek yolculuğunuzda.

Son değişiklik Perşembe, 03 Aralık 2020 14:15
Yorum yapmak için oturum açın