Ada hasreti sarmıştı artık, gitmeliydim. Nefes almak isteyip de suyun derinliklerinden çıkamamak gibidir şehirde yaşamak bir adalı için. Hava durumları daha bir sık dinlenmeye başlanır akşam haberlerinde niyet peygâhlandığında. Sömestr tatillerinde Ada’ma kavuştuğum çocukluk günlerimin heyecanı sarar her zemheri hissettirmeye başladığında ayaz gecelerini. Deniz Yollarının Avşa gemisi ile yapılan tek vasıtalık bir yolculuk olmaktan çıkmıştır hal bu ki Marmara’ya gitmek artık. Saatinde varıp varamayacağı meçhul, 4,5 saat süren tıkış-pıkış bir otobüs yolculuğudur ilk etapta. Erdek’in zeytinli yollarına kavuşurken gecenin karanlığında, saat sabahın 6’sını gösterir. Ve bir tek sen varsındır sokaklarda, bir de sokak köpekleri kıvrılmıştır amansızca esen Poyrazın yaladığı yarı aydınlatmalı denize doğru uzanan ana caddeye. Rıhtıma vardığında ilk iş gidecek gemiye bakmak olur sabırsızca. Aklına sonra gelir karnından gelen gurultular. Çorbacı açık diye sevinirsin soğuktan kaçabileceğin tek sığınağı gördüğün an. Islak ve soğuktur Erdek sabahı yeni yılın ilk günlerinde. Hava ağarmaya başladığında, Tavşan adasından yükselen martı çığlıklarını işitirsin. Göğü yırtarcasına uzaklardan ağını toplayıp gelen balıkçı sandalları dalar barınağın dingin sularına apansız. Ateş yakan bir-iki akşamcının yüzüne vuran yalazı izlersin ilişmeden. Saat geldiğinde ilk sen binersin turuncu boyalı o gemiye. Uykulu mahmur gözlerle ararsın cam kenarında bir boş koltuğu. Çok esmese bari diyen korkak temennilere takılırsın kendince. İsterse kıyamet kopsun ama gitsin yeter ki bu gemi! Der sevdalının biri!
Abartılı telefon konuşmalarına gülersin için için. Denizden korkan bir-iki kamyon şoförü heyecanla yakınlarını aramıştır korkusunu bastırmak istermişçesine -Minare gibi denizler var hanım! Viyalayıp dalgalara, sokulur gemi Marmara’ya sonunda. Kapak attığında iskeleye ilk ayak basan da sen olursun. Sert Yıldız-Poyrazın kötü bir sürprizi vardır ama, al sana ada dermiş gibi yağmur indirir iri damlalarıyla. Sırılsıklam bir fakirhaneye sığınırsın can havliyle. Bico Hilmi’nin sofrasında kahvaltı yapmak da kısmetinedir zemheriye bürünmüş adanda. Yaşlıdır Hilmi amca, yıllara inat tutunur hayata. İnce bir sitemde savurur ama unutulmuşluğa dem vurarak. Bir aydır kapının ipini çeken ilk kişisindir çünkü...
Kalbini ısıtan sıcak ortamı bırakıp çocukluğunun geçtiği falezlerin üzerindeki eve yönelirsin. Ağaçlar çırılçıplaktır artık. Sokakta kimi görsen, işte ben geldim demek için bakarsın gözlerine ıslak kaldırımlarda hızlıca yürüyen adalıların. Kimisi de hoş geldin der sen selam vermeden. Ne işin var bu soğukta buralarda? Sorunun kendisi ne kadar da anlamsız gelir sana. Oysa biraz düşününce normal biri olmadığın gelirdi aklına. Çünkü sen sevdaya düşmüşsündür ve bu sevdanın ateşi yalnızca kavuşunca söner. İlk fırsatta kaçmayı düşünenlereyse hayretle bakardın her zaman. Kara Osman’ın evini geçtin mi bambaşka bir pencere açılır sanki. Yalınayak koşuşturduğun bu toprak yol eve götürür seni. Terkedilmiş mahallene bakarsın, solmuş güllerle yapraktan arınmış Çınar ağacını izlersin hüzünle. Soğuktan kaskatı kesmiş ellerin zor açar kapının kilidini. İçeri adım atarsın usulca, sessizliğin sesi uğuldar kulaklarında. Göz atarsın şöyle bir ve yolunu gözleyenleri daha meraklandırmadan tutarsın evlerinin yolunu. Birbirine paralel sokaklarda alış-verişten dönen adalı kadınlar takılır gözlerine. Bir de kader ortağı sokak kedileriyle köpeklerin sarmaş dolaş halleri. Telaşsızca ve ağır adımlarla yürürsün patikalardan. Mükellef bir sofrada ev yapımı rakıyla şenlenir gece. Kar tipi halini aldığında saatler gece yarısını gösteriyordu ve Maşinganın yanına kıvrılmış bulmuştun kendini sıcak kahveni yudumlarken. Bembeyaz bir sabaha uyanmaktı düşlediğin. Ama kış güneşi yine yapmıştı yapacağını ayaza aldırmadan. Akan derelerin üzerinden sekerek doğaya teslim etmiştin kendini. Beyaz elleri kadar beyazdı sevgili için kıyıdan toplanan deniz kabukları. Fırtınadan kaçan bir sandal vurmuştu ıssız ‘Keresya’ sahiline. Hikâyesini bildiğin Mazhar Resmor’un evi sessizdi ve sazlıklar sarmıştı avuç içi kadar kumluğu. ‘Aristeas’ mıydı aniden üzerinden uçan o Kuzgun yoksa?
Saatler ilerlerken Köhne Limanda Nazım Reis meramet yapmakla meşguldü. Algarna içindi bu meşakkatli hazırlık. Güneş düşüyordu Ekinlik sırtlarına, batmadan yetişmeliydin. En güzel gün batımını seçemeden tükenecekti bu ömür biliyordun ama yine de seni çağırıyordu iğde ağacı ve Pehlivan Ahmet’le özdeşleştirdiğin bu çakıl plaj. Bulutlar oyuna getirmişti bugün seni dönüş yolunda. Mola eden balıkçıları izleyip Dere ağzına kadar sokulup denizi seyre daldın. Tam o sırada yalnız olmadığını fark ettin Aba’da. 2 kulaç suda yelesini gösteren yunusa seslendin seni umursamayacağını bildiğin halde. Sobaların dumanları kaplamıştı kasabanın üzerini güneşin terk ettiğini fark edercesine.
Hızlı adımlarla meyhanenin yolunu tuttuğunda soğuk iyice hissettirir olmuştu kendini. Kısmet Köprüsü açığına ağ bırakan volicileri izlemiştin. Deniz Dayının has arkadaşlarından ‘Çaçi Mehmet’ değil miydi o küreklere asılan? Rastgele nidaları arasında çember tamamlanmıştı. Malya taşı bir inip bir kalkıyordu kısmetlerinin tepesine. Alacakaranlıkta sessizce ilerleyen bu sandal bir martı misali balıkla doldurmuştu midesini. İki kasa istavrit neşesi olmuştu gecenin. Son gelen zamlardan olacak meyhanede bir başınaydın. Soba başındaki anlamsız gülüşmeler adı gibi İhtiyar bir Balıkçıyı anımsatmıştı ansızın. Hüzün çöktü yalnız kaldığın masana, hatıralarla bezeli sohbetlerinizi anımsadın boğazına oturan yumrukla.
İki satır karalayıp vurdun kendini izbe sokaklara. Karlar düşerken etrafına kulağında eski bir şarkının sözleri vardı. Yapayalnız yürüdün sahil boyunca, Kole plajını bulduğunda, Ağlayan Kayalara kadar ulaşma isteği sardı yüreğini. Gizli buluşmaların adresiydi bu ıslak kayalık. Papoz’dan kopup gelen sağanak rüzgârların serinlettiği, gönül yorgunları için bir mabeddi burası adeta. Oysa ne kadar da sessizdi bu gece. Son gün en çaresiziydi elbette... Yarımdı tüm hislerin, devamlı saatini kontrol etmek bile gideceğini anımsatıyordu her an sana. Ne çabuk geçti bu namussuz zaman dercesine yetişmeye çalışırsın tüm sohbetlere. Sıcak bir bardak çay kadar hasretsindir çünkü tüm yaşadıklarına. Gemi saati geldiğinde sonsuzluk bahçesinin sakinlerine bakarsın göz ucuyla. Ne kadar da kalabalıktır içerisi. Servilerin gölgesinden geçip seni koparıp götürecek olan o uğursuz gemiyi beklemeye koyulursun. Son kez gerdanına tutunmak istersin adanın. Aba plajına doğru uzun bir yürüyüşle veda edersin adaya. Akşam antrenmanı için koşan bir gençle karşılaşırsın. Karanlık çökmüştür iyiden iyiye ama ateşböcekleri gibi kırpışarak yanar evlerin ışıkları. Ayakların varmaz bir türlü iskeleye son ana kadar. Bitmez bir koşuda olduğunu anlarsın sen de o genç gibi. Gidip gelmek üzerine kurulu bir döngüdür bu. Ve gelmek için gitmek gerekir şehrin griliğine. Kirlenip durulanmak için Ada’nın bağrında...