Magma Doğa ve Kültür Dergisi’nin okur buluşmaları kapsamında, 26-30 Ekim tarihlerinde düzenlenen Anadolu’ya Sadakat Gezisi’nin belirlenmiş hedefi Sivas’ın Divriği ilçesi idi. Gidişte sırasıyla Otobüs-Tren-Otobüs (İstanbul – Ankara – Çetinkaya - Divriği) biçiminde gerçekleşen yolculuğumuz yaklaşık 25 saat sürdü.. Dönüşte ise Tren-Tren-Otobüs (Divriği – Sivas – Ankara - İstanbul) olmak üzere 28 saat harcadık. Bu dolu dolu iki günü yolda geçen gezide, bozkır coğrafyasıyla ilgili bolca gözlem yapma ve konunun uzmanlarından detaylı bilgi alma şansını yakaladık.
Fırat Nehri'nin bir kolu olan Çaltı Çayı Vadisi kenarında kurulmuş olan ilçenin denizden yüksekliği 1225 metre, yüzölçümü 2781,56 km². Zengin demir madenleri ile dolu olan toprakları, içinde Fırat’ın kollarının aktığı derin vadileri, dağlık yapısı, yaylacılığa elverişli bir ortam sunmaktadır. (Yama, Sarıçiçek, Göldağı, Eğrisu, Demirli, Dumluca Yaylası, alt yaylalar ve mezralar)
Geçmişte, Mezopotamya’ya demir ihraç ederek zenginliğini arttıran yörede, Süleyman Şah’ın 1224 tarihinde yaptırdığı kale ile oğlu Ahmetşah tarafından 1228 yılında yaptırılan Ulu Cami ve ona bitişik olarak Ahmetşah’ın karısı Turan Melek tarafından yaptırılan Darrüşşifa büyük bir öneme sahip. Bu eşsiz eser, UNESCO Dünya Mirası listesindedir.
Divriği, Hitit İmparatorluğu’ndan itibaren iskân görmüş önemli bir yerleşim merkezidir. Malazgirt Meydan Muharebesi'nden sonra Divriği’nin Türk egemenliğine girdiği, Alp Arslan’ın komutanı Mengücek Gazi’ye verildiği ve bölgeye, onun bağlı olduğu Oğuz boylarından Kayı, Bayat, Karaevli ve Akevli boylarının yerleştiği bilinmektedir.
Mengücek Gazi’nin oğlu İshak’ın 1142 yılında ölümü üzerine ikiye ayrılan Mengüçlü Beyliği'nin Divriği kolunu Süleyman Bey kurmuş. Bu beylik, kültürel bir gelişme gösterirken bir yandan da Anadolu Selçuklu Sultanlığı'na bağlı olarak gazalara katılmıştır.
Tren istasyonuna yakın bir alanda konumlanan ve eski yerleşimlerin üslubunda avlulu olarak inşa edilen Mengücek Otel’e yerleştikten sonra (odaları ve tüm ortak alanları gayet ferahtı ve tüm personel, gayet konuksever ve sıcakkanlıydı....) iyice dinlenip, güne güç toplamış olarak başladık.
İlk durağımız Divriği’nin başyapıt niteliğindeki muhteşem eseri Ulucami idi. Çevresini saran yapı iskeleleri nedeniyle ne içine ne de yakınına girilebiliyordu. 3 yıl daha süreceğini öğrendik bakım ve restorasyon çalışmalarının. Cami müezzini jilet gibi giyinmiş, grubumuzu bekliyormuş. Son derece güzel, akıcı ve bu başyapıtın ihtişamına uygun bir anlatımla, yaklaşık 45 dakika süren bir sunum yaptı bizler için. Eserin karşısında insan hayret, hürmet, ürperme, hayranlık duygularının karışımı olan yüksek bir hazza kapılıyor. Kapılmamak mümkün değil zaten. Öyle bir şaşırtıcı taş iççiliği sergilemiş ki baş mimar Ahlatlı Muğis oğlu Hurrem Şah, elde sadece keski ve çekiçle taşa bu motiflerin nasıl nakşedildiğini zihin algılamakta zorlanıyor. Bir motifin kendisini asla ikinci defa tekrarlamadığı, kusursuz bir simetri içine kusursuz bir asimetrinin saklandığı, sembollerle dolu anlatımıyla taşın adeta dile geldiği, eşi benzeri olmayan, yüce bir yaratı bu. Mimar 3 büyük kapıya (Cennet kapısı, Çarşıkapı, Darüşşifa Kapısı) 3 farklı anlam yükleyerek, mimaride ve taş işçiliğinde hiç denenmemiş, hiç yapılmamış şeyleri deneyip yaparak, (5 katmandan oluşan motifler, ekseni çevresinde dönen sütunlar – Erzincan depreminden sonra dönmez olmuşlar- taş içinde taş küreler, motiflerle sarmaş dolaş Kûfi yazılar. Belli zaman aralığında gün ışığının oluşturduğu Kur’an okuyan insan gölgesi.). “Görmeden ölmemek gerekir” tümcesiyle yüceltilen bu muhteşem eseri yakından görüp inceleyebildiğimiz için kendimizi çok şanslı hissettik ve uzun süre etkisinden çıkamadık. Dünya durdukça özenle korunması ve insanlığın büyük mirasının nadide bir parçası olarak varlığını sürdürmesi gerekir.
Divriği’deki ilk günümüz yerel mimari örneklerini keşfederek devam etti.. Anadolu ev mimarisinin belli başlı gelişme alanlarından olan Divriği, 150-200 yıllık sivil mimari üslup ve örnekleriyle dolu. Ahşap, kerpiç, kireç ağırlıklı malzemeleriyle, eski bir yerleşim geleneğini olanca sıcaklığı ve güzelliği ile ayakta tutuyor. Mahallelerde 400 civarında, korunması gereken yapı örneği olduğunu öğrendik. 1838 Tarihli Ayanağa Konağı, dönemine göre çok iyi planlanmış, 2000 metrekare oturma alanlı, 2 katlı geniş bahçesini gölgeleyen asırlık ağaçları ile bu mimarinin en seçkin ahşap-kerpiç yapı örneklerinden birini oluşturuyordu. Bize rehberlik eden Divriğili fotoğrafçı Yusuf Güldalı, tüm detaylara vakıf bilgi düzeyiyle, bilmediğimiz pek çok özellik ve niteliğine vurgu yaptı bu zarif evlerin. Barınma ihtiyacımızı giderek nasıl bir tekdüzeliğe ve kısırlığa hapsettiğimizi bir kez daha fark ettik evleri gezip gördükçe.
Şehir içindeki yerel mimari örneklerini kısıtlı zamanda ve oldukça eksikli olarak tamamladıktan sonra, belediyenin sağladığı araçlarla, merkeze 20 km. uzaklıktaki Tuğut (Çiğdemli) Köyü’ne doğru yola koyulduk. Divriği kadar eski bir tarihe, geleneğe ve özeliklere sahip bu köy, mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Bir dönem Erzincan-Malatya yolu bu köyden geçiyormuş. Bu nedenle de önemli bir üretim ve konaklama yeriymiş. Geçmiş yüzyıllarda bu köyden Divriği ve İstanbul’a göçen varlıklı aileler, geri döndüklerinde iyi planlanmış, ahşap tavanlı, geniş odalı, büyük evler yaptırmışlar. Eski yol zaman içinde önemini yitirdikçe, Tuğut da merkezi konumunu yitirmiş ve verdiği göçlerle, içinde sadece az sayıda yaşlının yaşadığı, adeta ıssız ama eski görkemini hala koruyan bir yerleşim alanına dönüşmüş. .
Köy, taş katmanlarından oluşan doğal ve oldukça dik bir arazi yapısının üzerinde şekillenmiş adeta. Zemindeki tabakalı, beyaza çalan renkteki özel taş doku, sanki ufak bir dokunuşla evlere dönüşmüş izlenimi bırakıyordu insanda. Köyün tamamı, antik bir medeniyetin ihtiyaçlara göre biçimlenen, birbiriyle ilişkili görkemli yapı kütlelerinin mimari armonisiydi adeta. Yeryer iki, üç, yeryer dört beş katlı, (ama asla tekdüze olmayan), birbirine sırt sırta yaslanmış bir konumda vakarla duruyorlardı o sarp arazide. Bu nedenle Tuğut da, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası gibi, ölmeden mutlaka görülmesi gereken yerlerden.
Günün yorucu temposuna rağmen, akşam yemeğinden sonra Magma fotoğrafçılarından Orhan Alkaya’nın enfes bozkır fotoğraflarından seçilmiş dia gösterisini, Magma okurlarının birbirlerini daha yakından tanıması ve dergi hakkındaki görüşlerini bildirmesi için düzenlenen oturumu (konuşmalara biz de dahildik kuşkusuz), son olarak da kendini bir astro-fotoğrafçı ve güneş tutulması avcısı olarak tanıtan Kubilay Akdemir’in bilgi ve enerji yüklü sunumu ile hayranlık uyandıran fotoğraflarını izleme şansına sahip olduk..
İkinci güne, kahvaltıdan hemen sonra Çatlı Çayı ve Kanyonu’na yaptığımız harika yürüyüşle başladık. Kente hakim Bizans ve Selçuklu dönemlerine tanıklık eden Divriği Kalesi’nin dış surlarını takiben, çayın demiryolu ile kesiştiği tarihi köprüye ulaştık.
Türkiye’de ilk uçak fabrikasının kuruluşu, ilk sigara kağıdı üretimi, ilk yerli paraşüt üretimi gibi ilkleri gerçekleştiren, İstanbul Boğazı üzerine köprü yapılması, Keban’a büyük bir baraj yapılması düşüncelerini ilk kez gündeme getiren ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk demiryolu müteahhidi olan Divriği doğumlu Nuri Demirağ (soyadı bizzat Atatürk tarafından verilmiştir) tarafından inşa edilen demiryoluna paralel olarak uzanan kanyon boyunca birkaç kilometre ilerledik. Bozulmamış doğal doku ve yanı başındaki art arda sıralanan tünellerle pek çok yerinden delinmiş yalçın kayalıklar, fotoğraf meraklılarına eşsiz fırsatlar sundu.
Tümüyle terk edilmiş bir hidroelektrik santralinin kalıntılarını inceledikten sonra da dönüş yoluna koyulduk. Niyetimiz, Cumhuriyet bayramı kutlamalarına Divriğililerle birlikte katılmaktı. Gördük ki Divriği insanı Cumhuriyet Bayramını kutlarken, Cumhuriyete nasıl sahip çıktığını da en güzel şekilde sergiliyor. İçimizde, geleceğe dair umut filizleri tekrar sürgün verdi. .
Bu gezinin son ve merakla beklenen son etabı, Cürek Demir Madeni Yerleşkesi idi. Zaman darlığı nedeniyle törendeki gösterileri istemeyerek yarıda kesip, Belediye’nin sağladığı araçlarla yerleşkeye doğru yola koyulduk.
Cürek Demir Madenleri İşletmesi
Ülkemizde 30’lu yıllarda hayata geçirilen ve kendi kendine yeten bir sanayi politikası oluşturma hedefi güden, bu amaca hizmet eden (bir dönem kapalı ekonomi modeli diye küçümsenen, ancak ülkemizin tüketime dayalı ekonomi modelinin hepimizi nereye getirdiğini gördükçe değeri her geçen gün daha fazla anlaşılan) işletmelerden birisi bu. Maden çalışanları için tasarlanan bahçeli konutların, depo alanlarının, parçalarını kendisi üretebilecek dökümhane ve atölyelerin, tam teçhizatlı ve sürekli doktorlu bir hastanenin, ilk ve ortaokulun, misafirhanenin, muhtarlığın, marketin, postanenin, işçi yemek ve yatakhanelerinin idari ve sosyal tesislerin, caminin, spor alanlarının, yüzme havuzlarının, hatta sinema salonunun planlanarak hayata geçirildiği, modern şehircilik anlayışlıyla yapıldığı için de tescillenmiş çok başarılı bir Cumhuriyet kazanımı olmasına rağmen, madenin özelleştirilmesinden sonra bilinçli olarak yok olmaya terk edilmiş ve yağmalanarak tümüyle tüketilmiş bir utanç abidesi gibi durmakta.
Madenin merkeze uzaklığı 20 Km. Yerleşke, Kilisecik Dağı mezrasına kurulmuş. Ana amacı, maden işçilerinin yaşam kalitesini arttırmak, üretim verimliliğini desteklemek, bunları yaparken de, genç Cumhuriyetin temel hedefi olan serveti tabana yaymak.
Cumhuriyetin erken dönem gelişme heyecanı ve ülküsü her tarafa sinmiş adeta. Bu heyecanın zaman içinde hüzne ve giderek hayal kırıklığına dönüşmesinin sorumlularını düşünüyor insan ister istemez. Köy Enstitüleri gibi yüksek ideallerle başlatılan her girişim, mutlaka karşıtını üretmiş ve bizi bugünlere taşımış ne yazık ki. Bu acı gerçekle yüzleşmek, hepimizin derinliklerinde buruk bir hayıflanma duygusu yaratıyor..
Yanlışın doğruya, duraklama ve gerilemenin gelişme ve ilerlemeye galebe çalmasının trajik unsurlarla donanmış bir anıtı gibi durup duruyor; günden güne doğaya karışmakta olan Cürek Demir Madeni Yerleşkesi.
O günleri 1 yaşından itibaren yaşayan, daha sonra madende mühendis olarak da çalışan bir Cürekli bize eski canlı, neşeli, cıvıl cıvıl günlerden söz ediyor. “Cürek siyah-beyaz” adında bir facebook sayfası açmış ve eski fotoğrafları koymuş buraya.. Nereden nereye gelindiğini somut olarak görmek isteyenler, sayfayı ziyaret edebilirler. Ancak bence en doğrusu ülkemizde mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında gelen Divriği’ye gitmek, 5-6 gün süreyle kalmak, ve Cürek Yerleşkesi’nde bir tam günü geçirmek.
Buna kesinlikle değdiğini, ancak o geniş caddelerin çevrelediği suskun, mahsun, bomboş binaların, tüm kötü davranışlara karşın halâ onurunu koruyan duruşlarıyla yüzyüze geldiğinizde fark edebilirsiniz.
İki tam günü raylar üzerinde ve yollarda geçen Divriği gezisi, bizlerde tekrar ziyaret etmek ve çok daha uzun süre kalarak, Anadolu’nun bu tarihsel önem ve değeri yüksek ilçesini derinlemesine keşfetmek yönünde güçlü bir istek uyandırdı.