Yaşam enerjimizin sönümlenmesi için gereken ne varsa yapılmakta olduğu günlerdeyiz. Sevinmekten korkar olduk, arkasından mutlaka bir çapanoğlu çıkacak diye.
Olan biteni hak etmek için ne kabahat işledik çaresizliği ile sınava çekilmiş gibiyiz. Dünyanın en beceriksiz, en yanar döner, dün söylediğinin tam tersi noktaya bugün büyük bir pişkinlikle savrulabilen ve bunu da bir başarıymış gibi satabilen bir vicdansızlık rejiminde inim inim inliyoruz. Çocuklarımız, gençlerimiz bir hiç uğruna ölüyor ve bunu dile getirmek bile vatan hainliği, terör yandaşlığı ile yaftalanabiliyor. Adalet duygusunu yitireli çok uzun zaman oldu.
Kaçacak yerimiz yok. Kendi cemaatimiz dışındaki herkese ve her şeye kapıları kapatmak da yetmiyor. Uzun süredir doğru da gelmiyor. Çünkü içerisi de dışarıdan farklı değil. Sohbetlerin daha ikinci perdesi, o kaçmak, kaçınmak istediğimiz konulara, sorunlara, isimlere gelip dayanıyor. Uzaklaş uzaklaşabilirsen.
Çok uzun yıllar oldu, günlük gazetelerle ilişkimizi keseli. Daha ilk sayfasında karabasanlar çöküyordu üzerimize. O isimler, o resimler. Öfke ile bakan yüzler.
TV’lerin haber kanallarından, tartışma programlarından, ibrik gibi dizilen o iktidar borazanı yüzsüzleri görmeyelim, seslerini duymayalım diye zaten çok uzun zaman olmuştu uzaklaşalı.
Çareyi imdada yetişen Netflix, BluTV gibi platformlarda bulur olduk. İnternet sağolsun, okumak ulaşmak istediğimiz ne varsa bir tık uzaklıkta bizi bekliyor. Zaman zaman erişim sorunu yaşasak da, dünyanın en yüksek internet ve telekomünikasyon ücretlerini ödesek de razıyız.
Eskiden, tam da bu aylarda, Ada günlerinin yaklaştığını düşünür sevinir, hoş bir esriklik hali yaşardık.
Yaş ilerliyor da onun için mi, yoksa bu yaşadıklarımızdan mı nedir bilmiyorum ama bir çok şey eksik kalıyor artık.
Geçer mi?
Düzelir mi?
Enseyi karartmayalım mı?
Çetin Altan olsaydı “hiç değilse mimozalarınız var” der miydi acaba?