Güneş yükseliyordu. Aşağıdaki kedi, yere uzanmış, sabah keyfinde. Yukarıdaki ise, tekrar dikkatimi çekmek istercesine, dün geceki sirk gösterisine başladı. Bir sağdaki budağa koşuyor, bir sol uca varıp geri dönüyor ve geceden topladığı enerji ile yakarmalarına, ağlamalarına, çığlıklarına yeniden başlıyor.
Konu komşu evimize gelip gidiyor, gece uyuyamayanlar bana yükleniyor. “-Sıkı ise, aranızdan, bir kabadayı ağaca çıkıp indirsin kediyi aşağıya, bahçe kapısı açık, hodri meydan” diyorum ama bu işin fedaisi çıkmıyor. Hayvanca-ğız geceden aç ve susuz. Dramatik yakarması, içimi paralıyor.
Birileri itfaiyeden yardım fikrini attı ortaya, ben ise belediye bahçesindeki seyyar hayvan kısırlaştırma hastanesini hatırladım. Hayvan işine, belediyenin daha etkin olabileceği düşüncesi ile belediyeye telefon açtım. Sabırla derdimi dinleyen memure hanım, itfaiyenin hayvan kurtarma istasyonunun telefonunu verdi. Yangın ihbar numarası değildi bu. Aradım; karşımdaki kişi, adımı ve telefonumu sordu. Adresimi vereyim dedim, “Biz size sorarız” dedi ve kapattı. Afalladım! Ahizeyi yerine koyar koymaz aynı ses, beni aradı ve adresimi istedi. Bir de sorusu vardı: “Hayvan canlı mı?” “Evet dedim” “Siz onu görüyor musunuz?” “Biraz evvel bahçedeydim, gördüm.” “Biraz evvel ile olmaz, lütfen bir daha bakın, şu anda canlı mı?” Koştum, baktım, “Canlıdır” dedim. Meğer aranmam, asılsız ihbarlara karşı tedbirmiş! Bir kurtarma ekibi göndereceklerini bildirdiler.
Gecenin gerginliği artık bitmişti. Her karanlık geceden sonra aydınlık bir gün doğar sözleri doğ-ruymuş. Şimdi ümitle kurtarma ekibini bekliyoruz. Kahvaltımızı iştahla yedik. Gelen giden yok. Aşağıdaki âşık kedi, beklemekten usanmış olacak ki, etrafta dolanı-yor; komşu mahallelerden yeni bir cariye tavlamaya gidiyor; dönüp bahçemizde güneşleniyor; bazen ortalıktan kayboluyor. Yukarıdaki ise aç susuz, serenat besteliyor.
Öğlene doğru telefon çaldı. Yeni bir ses kendini tanıtıyor: “Filan numaralı ekip başıyım, ihbarı aldık, hayvan canlı mı?” “Evet” dedim. “Gidip şimdi bakın” dedi, koştum baktım. “Evet canlıdır.” “Ne zamandan beri aç ve susuz?” “Dün gece eve döndüğümüzde fark ettim, tam olarak bilemem”. “Peki, şu anda, tüm ekiplerimiz, adanın arkasında, dünkü piknikçilerden ötürü tutuşan çalılıklara soğutma ameliyesi tatbik ediyor. Merak etmeyin, ağaçtaki dişi kedidir, daha çok dayanır yukarıda, biz bunları biliriz, geleceğiz!” Tak! Görüşme kapandı. Hoppala! Ekip başı benden altı kilometre uzaklıktan, hem de koca bir tepenin arkasından, bahçemdeki çam ağacında konaklanan kedinin dişi olduğunu nasıl görebildi? Bu ne teknoloji? Biz biliriz demekle neyi kastetti acaba?
Öğleden sonra tekrar aradılar. Gecikmeden dolayı özür dilediler. Hava ağır lodos ve her an rüzgâra dönebilirmiş, yaz sıcağından kuruyan çalılar da, halen sönmeyen en belirsiz bir kıvılcımdan alevlenip tüm ormanı yakabilirmiş. Adamlar haklı. Bu arada kedinin, halen dalda ve canlı olup olmadığını sormayı da ihmal etmediler. Saat üçe doğru Çankaya köşesinden sirenlerini çala çala koca bir itfaiye arabası, süratle yokuş aşağıya indi ve kapımızda durdu. Beş kişi bahçeye daldı. Ekip başı çavuş, iki itfaiye eri, bir sivil memur bir de şoförleri.
Çavuş derhal duruma hâkim, etrafa emirler yağdırıyor. Sivil adam, kocaman siyah bir el telefonu ile “Olay mahalline vasıl olduk!” diye merkeze tekmil veriyor. Erler koşarak kamyondan aldıkları ucu çengelli uzun bir merdiveni aşağıdan yükselterek yatay dala asıyor. Çevik biri, hızla merdivene tırmanıp dalın üzerine basıp yürüyor. Benim ağzım kulağıma vardı. “Aman adam düşecek,” diyorum. “Siz korkmayın, ormancıdır o!” “Ama dal esniyor, kırılabilir, sekiz metre yükseklik var” dedim. “Siz lütfen karışmayın!” Mecburen sustum, küçüldüm, uzaklaştım, buharlaştım.
Kedi, itfaiyeciyi yakınında gördü-ğünde, ona yaklaşacağına, çığlık atarak dalın bir sağına bir soluna kaçışmaya başladı. Yukarıdaki ere bir mızrak uzatıldı. Er, hayvanı mızrağın düz ucu ile kıvrık ucu arasına sıkıştırarak iteledi, ben: “Yapmayın, etmeyin hayvan düşecek” diye inliyorum. “Bari aşağıda bir yelken açın!” İtfaiye çavuşu, heyecanımı anlamsız bulduğunu, esas amacın kediyi yere düşürmek olduğu ve her halükarda kedinin dört ayak üzerine ineceğini, emin sözlerle ifade ettiğinde, rahatladım.
Öyle de oldu. Sola doğru zorla itilen hayvan, tutunduğu dalın bitimindeki çam kozalağı kırıldı-ğında, aniden kendisini boşlukta buldu. Bir çığlık attı, ayaklarını gerdi, samur kürkü paraşüt gibi açıldı ve kuyruğunu dümen gibi kullanarak yan bahçeye yumu-şak iniş yaptı. Oturdu, hiçbir şey olmamış gibi, meraklı bakış-larımız karşısında uzun uzun gerildi, dikleşen tüylerini ütüledi, tükürüğü ile yüzünü yıkadı ve arkasına bakmadan, iskelenin yolunu tuttu.
* * *
Bu kurtarma operasyonu sayesinde kediler hakkında epey şey öğrendim. Meğer kedi, can havlı ile kaçtığında, tırnakları ile tutunabilecek dik yerlere kolaylıkla tırmanabilse de, üç dört metreden fazla bir yükseklikten aşağıya atlayamazmış, aşağıya baktı-ğında yükseklik korkusu belirir ve endişelenir. Diğer bazı yırtıcı kedigiller gibi geri geri inmesini de pek beceremez. İnsandan, yardım dilenir. Fakat kurtarıcısı yaklaştığında, paniğe kapılıp kaçar, yardım elini uzatanı tırmalar da. Uzun müddet aç susuz kalırsa bitkin düşer, uyuklar, dengesini kaybeder, işte o zaman yere düşerse, ölebilir. Fiziksel durumu iyi olduğu müddetçe inmeye zorlandığında, sağlıklı bir şekilde dört ayak üzerinde yere varır. Nitekim de öyle oldu.
Peki, şu koca ağaçta işi neydi sorduğumda, cevap netti: Havalar birkaç gün soğuduktan sonra tekrar ısındığında, baharın yaklaştığını sanan azgın erkek kediler, dişilere saldırırmış. Çoğu dişiler ise, sonbaharda sekse yatkın olmadıklarından, maço erkeklerden kaçarlarmış. Anlaşılan iki taraf razı olmadığından, ortada bir cinsel taciz vakası vardı. Kurtarma ekipleri, bu mevsim değişikliklerinde seks manyaklarının tecavüzünden kaçarak yükseklere, hatta binaların damlarına sığınan dişi kedileri sık sık kurtarıyorlarmış. Soprano kedimizin dişi olduğunu, ekip başı ta uzaktan, tecrübesi sayesinde bilmiş. Bu tür vakalar itfaiyeciler için olağanmış.
* * *
Günün heyecanını yatıştırmak için, akşam, iskeleye yemeğe indik. Saat meydanı, hınca hınç insan dostu kedi ve köpeklerle doluydu. İtfaiyecilerden kaçan âşık Romeo hangisi? Dün gece boyunca, mahalle sakinlerini uykusuz bırakan, ağaçtan indirebilmek için bunca uğraş verdiğimiz pisipisi Juliette nerede? Çarşıda balıkçı, ciğerci, lokanta bol ya. Ne diye bu sevimli yaratıklar, bize yaltaklansın ki şimdi? Aç olduklarında, bizi inatla takip ettikleri, ayaklarımıza dolandıkları oluyor ya, sebebini araştırdım. Samimi bir sevgiden değilmiş bu. İnsan, nasıl olsa acıkacak ve yemek yiyecek ya, işte o ara kediye acıyarak birazını ona verecek ümidi ile yaparlar bu cilveleri bize. Tüm aşırı sevgi gösterileri, yatırımmış!
Akşamüstü hava daha da ağırlaştı. Lodos patlamak üzere. Biraz evvel yusyuvarlak olan kızgın güneş, beklenen fırtınadan kaçarcasına, kızıl alevini yavaşça, esrarengiz şekillerle içine yutmaktadır. Ufukta, yoğunlaşan bulutların arkasında bir an durakladı ve erguvan renginin değişik tonlarındaki şeffaf ipek geceliğine büründü. Birazdan, sessizce, Heybeli adasındaki beşiğine, uyumaya çekilecek ve bir gün daha bitecek. Atmosferin bu türdeki değişimlerinde, insanın kimyası bozuluyor, tuhaf bir burukluk duyumsuyor, zihni bulanıyor, bedbin oluyor. Yemekten eve dönerken, yokuşu ağır ağır çıkıyoruz. Etrafıma baktım, ayaklarımıza dolanan kedi yok artık! Onlar da doydu, mücadele de bitti. Yaşam budur işte.
İnsan ilişkilerinde, çok kere buna benzer olaylarla karşılaşıyoruz. Nerede bir iş tutması için yardım ettiğimiz dostlar? Ev sahibi olabilmesi veya kiracı bulabilmesi veya bir mevkie ulaşması için uğraş verdiğimiz bunca arkadaş? On yılda bir dahi, bir minnet hatırlatması olaydı, ne güzel olurdu. Ne kadar hafiflerdi alan da, veren de!
Değil teşekkür etmek, bazen de gönül borcunu ifade etmemek için mesafe açanlara bile rastlıyoruz. Zor bir durumdan kurtarmak için el uzattığımız bu kişi, şüphesiz ki yardımı almadan evvelki karmaşık halini, travmatik durumunu unutmak için, beyninin ta derinliklerine gömmüştür o ümitsiz günlerini… Geçmişteki durumunu hatırlamak istemediğinden, yardım elini uzatanın da, o acı günlerini unutmasını arzulamakta ise de, unutamıyor insan, unutamaz da… Nietzsche’nin dediği gibi: “İnsan, unutmayı bir türlü öğrenemez.” Ve her iki taraf da gönlü buruk olarak yaşamına devam eder.
Minnet unutulmamalı. Bir teşekkür ifadesi, bir tatlı söz, bir gülümseme gelse, daha da fazla el uzatmaya yönelir yardımsever insan, ihtiyacı olana. Sanat ve sanatçı da takdir ve alkışla yeşerir. Konser, konferans veren, bir üst mevkie ulaşan, fotoğraf, yazı, resim yayımlayan, yapıtlarını sergileyen sanatçıya, hatta sanatçı çömezine, bir fırsat yaratıp çalışmasından bir iki laf edilse, daha da fazla ürün verir kişiler.
Ne kadar yücelir dinleyen de, söyleyen de!