Rönesans’ın neden yeniden doğmak anlamına geldiğini anlamak için doğduğu topraklara dönüp bakmak gerekiyor.
Doğu Avrupa’nın bir bölümü Moğollarca istila edilmiş, 1315 ve 1319 hasat felaketleri yaşanmış, kıtanın bir bölümü Osmanlılar tarafından tehdit ediliyor, 3. Edward 1337’de 100 yıl sürecek bir savaş başlatmış, kilise bölünmüştü ve kara veba Avrupa nüfusunun üçte birini yok etmişti. Bütün bunlara rağmen Rönesans en olgun dönemini İtalya’da yaşamıştır. Çünkü bu topraklar eski dünyanın kalıntılarını saklıyor şehir devletleri Roma ruhunun mirasçısı olduklarını düşünüyorlardı. Ve bunun paralelinde sanat zengin ailelerce destekleniyordu. Örneğin; Medici Ailesi... Bu ailelerin sanatı ve sanatçıyı desteklemelerinin nedeni Ortaçağ’ın karanlık düşüncesine karşın sanatçıların akılcı olmaya çalışmalarıydı. Ve Brunelleschi (Floransalı Mimar), perspektifin düz yüzeylerde nasıl uygulanacağını gösterdiğinde bilim, felsefe ve sanatı birleştirmiş oldu. Ayrıca 1450’de Gutenberg’in matbaası, Kolomb’un 1492 keşifleri, karanlık çağın kapanıp yeniden doğuş adı altında Rönesans’ın başlamasına neden oldu.
Artık karanlıklar aydınlığa çıkabilirdi. Sanatın ve sanatçının bu süreçte önemli görevleri vardı ve bizzat bu süreci yönlendireceklerdi.
Sanatçı yaptığı işin öneminin farkındaydı. Ortaçağ’da olduğu gibi el işçisi değil, sanatın sorumluluğunu taşıyan, aklını kullanan, özgür olan ve özgürlüğe inanan bir kişilikti artık o. Bunlar da toplum içeresinde saygınlığının artmasına neden olmuştu. Artık sanatın ve sanatçının Rönesans’la birlikte nasıl şekillendiğine biraz da olsa bakabildikten sonra sıra sanat alanını kısa da olsa irdelememize geldi.
Bu döneme Floransa, Venedik, Kuzey ülkeleri açısından bakacağız, ama öncesinde biraz geçmişe bakalım. Giotto’nun ilk olarak yaptığı gerçek görünümlü resimleri ve kazandırdığı derinlikten 100 yıl sonra Masaccio doğal ışık kullanmaya başlıyor ve böylece nesnelerin yapısal özellikleri belirli bir biçimde ortaya çıkıyordu. Ve nesnelerin üzerine düşen ışığın yerde oluşturduğu gölgeleri, çalışmalarında gösterdiği için onun resimlerindeki figürlerin (ilk kez yapılan çalışma olarak) yere bastığını söyleyebiliriz.
Masaccio’dan sonra İtalya’da insan ve onun yaşam alanı sanatın ana konusu olmaya başlıyor. Ortaçağ’da belirli kalıpların dışına çıkılamadan yapılan resimler, artık modelden çalışılmaya başlanıyordu. El becerisi olarak yapılan iş artık bilimsel boyutlarda araş-tırılmaya başlanıyor ve Leonardo Da Vinci tam bu noktada sanat üzerine yazdığı kitabında sanatın “bilim” olduğunu söylüyordu. Ve artık perspektif ilk olarak matematiksel hesaplarla resme giriyor, diğer yandan modelden çalışılan figürlerin yüzeylerinin içini merak etmeye başlayan sanatçılar anatomi biliminin ortaya çıkmasına sebep oluyorlardı. Bunun için tıpçılar gibi cesetlerle anatomi çalışmaları yapıyorlar, öğrendikleri bilgileri çalışmalarında kullanıyorlardı.
Bütün bunlar beraberinde kompozisyon sorununu getiriyordu. Figürlerin yan yana ya da art arda sıralanmasıyla kompozisyonlar oluşturuluyordu. Konu olarak da öykücülük ve tasvircilik yeniden kullanılmaya başlanıyordu. Örneğin, Benozzo Gozzoli, Nuh’un yaşam öyküsünü, Boticelli ise mitolojik konuları ele alıyordu. Bütün bu yeniliklere rağmen İtalyan sanatı ilerleyemiyor ve duruyordu. Bu durgunluk dönemi, Leonardo’nun resme yeni bir kompozisyon şekli getirmesiyle yeniden harekete geçti. O resimlerinde geometrik bir düzenle ana figürü merkeze yerleştirip, diğerlerini etrafına yayarak kompozisyon oluşturuyordu. Örneğin; Kralların Secdesi, Son Akşam Yemeği gibi. O zamana kadar ışık-gölge zıtlığı karşıtlık olarak kullanılırken Leonardo ile, birbirlerini tamamlayan leke değerleri olarak kaynaştırılarak biçimlerin ortaya çıkmasını sağlayan değerler olarak kullanılmaya başlanıyordu.
Michalengelo ile resme, iri gövdeli, şişkin kaslı insan figürleri giriyordu. Örneğin; İnsanın yaradılışı resmi…
Rafeello’nun en önemli özelliği insan resimlerindeki oranların uyumudur. Yüceltilmiş ideal insanları çiziyordu. Venedik’teki ustalar İtalyan sanatına yeni bir boyut kazandırıyorlardı. Onlar nesnelerin yüzeylerini en ince ayrıntısına kadar resmediyorlardı. Örneğin metalin parlaklığını, kumaşların özelliklerini, değerli taşların saydamlığını aynen yansıtıyorlardı. Venedikli ressamlar renk ustasıydı. Atmosfer ressamlığı yaparak nesneleri hava tabakası içinde gösteriyorlardı. Bellini, Giorgione gibi ressamlarda olduğu gibi. Tiziano ile Rönesans’ın biçimciliği renk ressamlığına dönüşüyordu. İtalyan sanatında genelleştirme, idealleştirme vardı.
Kuzey’de ise Rönesans farklı eğilimler gösteriyordu. Kompozisyon sorunu önemsenmiyor, sanatçılar doğayı olduğu gibi yansıtmak istiyorlar, nesneleri olduğu gibi en ince ayrıntısına kadar resmediyorlardı uzakta olsalar bile…
Van Eyck kardeşler natüralizmin öncülüğünü yapıyorlardı. Resme tuval ve yağlıboya ile yenilik getiriyorlardı. Onların sanatında Ortaçağ’ın sembolist dili vardır. Çalışmalarına örnek olarak Arnofilinin Düğünü verilebilir.
Bu kardeşlerden sonra natüralizmin geleneği sürdürülse de doğaüstü tanrı düşüncesine bağlı olan Ortaçağ düşüncesi etkisini kaybediyordu. Dinsel konular günlük yaşama benzemeye başlıyordu. İfade gerçekliği, dinsel konular dışında Albert Dürer’in annesinin portresini çizdiği resminde can bulur. Bu resimde etinin kemiğine yapıştığı yüzünde, yaşanmışlığın tüm çizgilerini bulurken aynı zamanda ezilmişliğe karşı direnen bütün gücünü gözlerinde görebiliriz. Kısaca toparlarsak Rönesans’ta renk, biçim önem kazanıyor kompozisyon şekilleri değişiyor, perspektif resme giriyor, çalışmalar daha bilimsel temellerde yapılıyor, sanat ve sanatçı değer kazanıyor, porte resmi önemli hale geliyor, çalışmalar gözleme dayalı olarak yapılıyordu… Ve artık resim tuval ve yağlıboyayla evimizin duvarlarında yer bulup bir parçamız olarak var olmaya başlıyordu.